logo

let’s make something together

Give us a call or drop by anytime, we endeavour to answer all enquiries within 24 hours on business days.

Find us

PO Box 16122 Collins Street West
Victoria 8007 Australia

Email us

[email protected]
[email protected]

Phone support

Phone: + (066) 0760 0260
+ (057) 0760 0560

KIYIDAKI IZLER: EYÜP

UĞUR DENIZ SÖKMEN

     İstanbul’un kuruluşundan ilk defa  2. binyıl efsanelerinde bahsedilir ve İstanbul’un ilkçağda bilinen ilk kuruluş yeri, söylencelerden oluşan bir ortamda, Haliç’in bitimindeki Eyüp’e yerleştirilir. 
     Efsane şöyledir; Argos Kralı Inakhos’un kızı Io, kentin Hera Tapınağı’nın rahibelerinden biridir. Bir gün Zeus, Io’yu görür ve ona âşık olur. Genç kızı sık sık ziyaret etmeye başlar. Fakat kısa süre içinde eşi Hera, Zeus’un Io’ya olan tutkusunu fark eder. Zeus, sevgilisini karısının gazabından korumak için onu beyaz bir ineğe çevirir. Buna kızan Hera, bu kez Io’ya bir at sineği musallat eder. Sinek, Io’nun böğrüne yapışıp ısırdıkça, onu çılgına çevirir. Bir yandan doğum sancısı çeken diğer yandan da sinek tarafından ısırılan Io kaçarak Trakya üzerinden geçer ve Sonunda Kydaros (Alibeyköy) ile Barbyses (Kağıthane) Derelerinin Haliç’in bitimindeki balçık denize döküldükleri Semystra adı verilen yere gelir. Bu yer ismini, oradaki Semystra Sunağı’ndan (Günümüzde, Eyüp Ensari‟nin Şifalı olduğuna inanılan suyu ile türbesinin bulunduğu yer: Özbayoğlu 2003) alır. Burada Zeus’tan bir kız çocuğu dünyaya getirir. Byzantion’lu Dionysios , Io’nun daha sonra Byzantion’un kurulacağı buruna doğru kaçtığını ve oradan su geçidini aştığını kaleme alır. Bundan dolayı boğazın Bosporos “İnek geçidi” adını aldığını ifade eder. Io’nun kızına nymphe Semystra dadılık yapar ve büyütür. Annesinin dönüşümünün izlerini taşıyan kıza Keroessa “boynuzlu” adı verilir. Keroessa’ya da Poseidon âşık olur. Keroessa’nın deniz tanrısıyla olan ilişkisinden adeta bir tanrı gibi onurlandırılan Byzas adında bir oğlu olduğu rivayet edilir. Byzas adı çok eskidir. Trakya kökenlidir. Bu nedenle, kentin ilk efsanevi hikâyeleri de Trakyalılarla ilişkilidir. Byzas önderliğindeki koloni kurucuları daha sonra Sarayburnuna geçerek Byzantionu burada kurarlar.. Bu da kolonizasyon döneminde boğaz geçişlerini kontrol amaçlı olmalıdır. 

PETRUS GYLLIUS (1544-47) İSTANBUL BOĞAZI

     Byzantionlu Dionysios, ( 1/2.yy), “Deniz Yoluyla Boğaz” adlı eserinde, Kent’in kurulduğu yeri, Haliç’in ucunu şöyle anlatır:  
     “Denizin sonu Hypalodes, ‘bataklık, balçık’ adını taşır. Çünkü derelerin taşıdığı balçıklı ve çamurlu kalıntı burada dibe çöker. Nitekim kumsalı ne sert kayalık ne de kumluktur; taşınan birikinti yüzünden orada sadece çok küçük tekneler yol alabilir. Ayrı ayrı akıp gelen iki derenin balçıklı suyu, derelerin ağzına kadar ulaşır ama son çıkışta her iki dere de birleşir, tek bir ağız boyunca körfeze dökülürler. Ortada, güzel otlakları olan balçıklar, sürülerin otladığı verimli çayırlar vardır. Tanrı, kehanet danışan koloni kurucularını yüreklendirirken bu enikleri (=dereleri) gösterdi, şöyle dedi:  

   Ne mutlu o kutsal kente yerleşeceklere, 
   Trakya ülkesi kıyısına ve Karadeniz’in girişine yakın, 
   Eniklerin ikiz ısırışla boz renkli suları yakaladığı  
   (=iki derenin boz renkli denizle birleştiği), 
   Balıkla geyiğin aynı otlaktan beslendiği yere. 

     Prof. Dr. Semavi Eyice, “En eski yerleşimin, Haliç’in kuzeybatı kesiminde bulunduğuna ihtimal verilebilir” demektedir. “Buralarda yaşayan ilk insanlar Eyüp yakınlarında belki de iki tatlı suyun arasındaki Silivri tepesi denilen yerde yaşamış olmalıydılar. Tarih öncesinde yerleşimin akarsuların iç taraflarındaki yüksekliklerde olduğu bilinir. Fikirtepesi ve Kurbağalı Dere örneği, İstanbul’un en eski yerleşiminin, Haliç’in yukarı ucunda Alibey ve Kağıthane derelerinin kavuştuğu yerde olduğu yolunda bir tahmin yürütmeyi sağlar. Silâhtarağa elektrik fabrikasının arkasındaki Silivri tepesinin zirvesinde 1941-42 yıllarında bazı eski yapı kalıntılarına rastladığımı hatırlıyorum. Alibeyköy’de Soya merası denilen yerde define arayıcıları tarafından yapılan kaçak kazılarda bazı mahzenler, mezar odası,  2. yüzyıla ait mezar steli ile Küçükköy çiftlik mevkiinde bulunan  6. yüzyıla ait aryballos (koku kabı) Eyüp’te Haliç’in yukarı ucundaki yerleşmelere ait izler sayılabilir. 
     Benzer bir mezar da Haziran 1982’de Silahtarağa’da Kağıthane deresi ve Halice bakan yamacında bir evin yaptığı teras genişletme çalışması sırasında ortaya çıkmış. İstanbul Arkeoloji Müzesi incelemeleriyle 3-4. yüzyıla tarihlenmiştir. 
     Daha sonraları 1949’da Eyüp-Alibey köyü yolu üzerinde, Silâhtarağa dolaylarında bir inşaat için yapılan kazıda, ilkçağın Roma dönemine ait çeşitli heykel parçaları bulunmuştur. Bunların arasında bir Zafer tanrıçası (Nike) ile, tanrıça avcı Artemis ve Apollon heykelleri vardır.” Bu buluntular arkeoloji müzesinde Silahtarağa buluntuları olarak sergilenmektedir.
     Eyüp daha sonra tarih sahnesine Kosmidion adıyla çıkar. Celal Esat Arseven, Eski İstanbul Âbidat ve Mebânisi adlı eserinde “ Blahernae Sarayı cihetinde ve Haliç sahilinde Cosmidion isminde bir köy vardı. Şimdiki Eyüp’ün olduğu yeri işgal eden bu köyde büyük bir kilise ile çeşmeler ve şatolar vardı. Sarayla Cosmidion arasında ahşaptan bir canbazhane vardı. Ahşaptan olduğu cihetle xylocerkos tesmiye olunan bu canbazhane Saint Cosme ve Damien manastırının yakınında imiş. Bu köye Kosmidion tabiri de ihtimal ki bu manastırın isminden olsa gerektir.” Der. 
     Adları her zaman birlikte anılan Arap kökenli, ikiz kardeşler Kosmas ve Damianos’un, doğum yerleri Aigai’dır. (Adana, Yumurtalık). Daha eski dönemlerde ve Ortaçağ’da Kilikya olarak adlandırılan Silifke-Adana arasındaki bölgede hekimlik yapan, hastalarını hiç bir ücret almadan iyileştiren bu azizler, 3.yüzyıl sonu – 4.yüzyıl başlarında Roma İmparatorları Diokletianus ve Maximianus’un iktidarı döneminde, Hıristiyan olmaları sebebiyle öldürülmüşlerdir. Rölik olarak adlandırılan kalıntıları, 5.yüzyılda Konstantinopolis’e getirilmiş ve Zeugma (Unkapanı?) ve Kosmidion (Eyüp)’da bu azizlere adanmış en az iki kilise onlar adına inşa edilmişti. 
     Aziz Kosmas ve Damianos’un kültü, Bizans imparatorluğunda büyük bir tapınım görmüştür. Kiliselerin duvarlarında, ikonalar üzerinde betimlenmiş aziz tasvirlerinin, azizlerin kutsal kalıntılarının ya da bu azizleri düşlerinde görenlerin dertlerinden kurtulduklarına dair pek çok mucizevi iyileşme olayının, özellikle 6.- 12. yüzyıllar arasında gerçekleştiğine dair hikâyeler anlatılmaktadır. Aziz Kosmas ve Damianos’a adanmış kiliseler arasında en ünlüsü, eski adı Kosmidion olan Eyüp’te yer almaktaydı. Yeri hakkında bilgi veren 6.yüzyılın ünlü tarihçisi Prokopios’tur 
     “20. Koyun sonunda oldukça dik bir alanda, Aziz Kosmas ve Aziz Damianos’a adanmış bir tapınak vardı. Bir zamanlar imparator ağır bir şekilde hastalanıp cansız yatarken ve hekimler tarafından ölmüş sayılmak üzereyken bu azizler ona göründüler, onu umut edilmedik ve olağanüstü bir şekilde sağlığına kavuşturarak hayata döndürdüler. İmparator azizlere şükran duygularını sunmak amacıyla, böyle güçlü azizlere adanmak için uyumsuz ve değersiz olan eski yapıyı bütünüyle değiştirdi, onu yeniden biçimlendirdi ve böylece bir ölümlünün verebileceği karşılığı verdi, tapınağı güzelleştirdi, büyüttü ve parlak bir ışıkla doldurup eskiden olmayan birçok şeyle donattı. Tıp sanatına üstün gelen hastalığı olan kişiler, insani yardımın çaresizliği içinde kendilerine kalan son umuda sığınırlar; bu kişiler düz kayıklarla koyu kat ederek bu tapınağa getirilirler. Liman içine girdiklerinde bir akropolis üstündeymiş gibi gözüken tapınağı görürler; tapınak, minnettar imparatorun ulu gönüllülüğü ile övünür ve hastalara umut dağıtır.” Prokopios – İstanbul’da Iustinianus Döneminde YAPILAR. 
     Ziya Şakir Soko 1959 da yayınlanan Haliç ve Eyüp Sultan adlı kitabında da bu bölgeden bahseder. “…..Bizans döneminde bugün Eyüp Sultan dediğimiz yere Kozmidyon derlerdi. Burada Ayamama adını verdikleri bir küçük saray ile bir manastır ve bir de küçük hipodrom tesis etmişlerdi. Kozmidyon evvelce bir küçük köyden ibaretti. Fakat havasının letafeti ve bilhassa civarındaki ormanlarda av hayvanlarının mebzuliyeti ile iştihar etmişti. Bizans imparatorlarından Leon I. burada bir av sarayı inşa etmiş ve buna Ayamama adı verilmişti. (457-474) Sarayın yanında da Ayamama Kilisesi ve Manastırı bulunuyordu. 
     Bu saray pek büyük değildi. Lakin son derece zarif ve muhteşemdi. Odalarının, salonlarının ve dehlizlerinin inşasında kullanılan mermerler ve somakiler, kâmilen Marmara adalarının en nefis mermer ocaklarından getirildiği gibi tezyinat için kullanılan altın damarlı somakiler Bandırma civarındaki bir ocaktan celb edilmişti. Odaların ve dehlizlerin tavanlarıyla duvarlarına altın mozaiklerle mukaddes tasvirler işlenmişti. Tıpkı bir minyatürü andıran bu saraydan, som altın yaldızla kaplanmış bir dehliz vasıtasıyla, saraya bitişik olan küçük hipodroma, oradaki imparatorun hususi locasına geçilir, imparator ile saray erkânı oyunları ve yarışları oradan seyrederdi. Bu hipodromda Sultan Ahmet meydanındaki hipodromda olduğu gibi at ve araba yarışları yaparlar, esirleri aslanlara, kaplanlara ve diğer vahşi hayvanlara parçalatırlar; hatta siyasi nümayişleri bile burada icra ederlerdi. 
     Manastırın küçük kilisesinin başpapazı, büyük bir imtiyaza malikti. Harbe gidecek imparatorlarla Bizans asilzade ve kumandanları, hareketlerinden evvel bu kiliseye gelirler; hususi bir merasim ile istikbal edilirlerdi. Kilisenin başpapazı tarafından yine hususi bir ayin yapılırdı. Ondan sonra harbe gidecek olan imparatorlarla asilzadelere ve kumandanlara başpapaz tarafından silahları kuşatılırdı. İstanbul’un fethine kadar olan bu adeti Türkler de bozmamışlardı. Osmanlı padişahları, tahta çıktıkları zaman Türbe-i Şerif’te kılıç kuşanmışlardı.” 
     Mehmed Ziya Bey İstanbul ve Boğaziçi adlı eserinde: “ Vaktiyle Aya Fotini ve bugün Feshane’nin bulunduğu mahalde Aya Ratelemon yahut Teodora’nın kilise ve şatosu vardı (527) Bu mabet Taşköprü’nün civarında olup bir zaman Bizans’a yardıma gelen Got askerlerinin ikametine terk edilmişti der. Bulgar istilası sırasında (713-811 ve 1236 yılında) surların dışında bulunan Ayamama Sarayı ile manastırını tahrip ettiler; bütün eşyalarıyla beraber, sarayın altın damarlı somaki direklerini kapı ve pencerelerini sökerek memleketlerine kıyıdaki izler : eyüp 105 gönderdiler. (Ayrıca 1204 Latin istilası) Haliç sahillerine küçük saraylar ve zarif köşkleri de tahrip etmişler; saray ve köşklerin kıymetli kısımlarıyla mevcut eşyalarını memleketlerine götürmüşlerdi. 
     “Kosmodion olarak adlandırılan bölgede yer aldığı bilinen başlıca kiliseler; Aya Fotini, Ayios PantelemonAyios AnargyrasAyios MamasLeonf Makelos, Meryem Ana ve en bilineni olarak da Ayios Kosma-Demianos’dur. Fatih Sultan Mehmed 1453’de İstanbulu kuşattığında Eyüp ve çevresindeki mabetler birer taş yığını halindeydi. Bu taşların bir kısmı Eyüp Sultan Türbesi ve Camii’nin inşaatında kullanılmıştır.” (Ayşe Zengin ) 
     Teodora Kilisesi’nden az ötede Defterdar mevkii civarında ahşap bir köprü vardı. Bunu Kayser Jüstinyen sonradan 12 kemer üzere kâgir olarak inşa ettirmişti. Ahali Eyüp cihetinden Sütlüce tarafına bu köprüden geçerdi. Bu köprüye bir vakitler Deve Köprüsü derlermiş. (Mehmet Nermi Haskan/ Eyüp Sultan Tarihi) Bu köprüden Prof. Dr.Semavi Eyice de bahseder; Bizans döneminde İmparator Justinianos’un burada Hagios Kallinikos veya Hagios Panteleimon köprüsü denilen bir köprü yaptırttığına dair bilgi vardır. Hatta bazen buna Gephyra tou Kamelou, yani Deve Köprüsü de denilir. V. yüzyıl başlarında yazıldığı bilinen ve o çağın şehrini anlatan Notitia urbis Constantinopolitanae başlıklı kaynakta Ayvansaray dolaylarını karşı yakaya bağlayan bir köprünün bahsi geçer. Pierre Gylles (1490- 1555) ise, Ayvansaray yakınında suların azaldığı yaz aylarında eski bir köprünün ayaklarının kalıntılarını gördüğünü bildirir. 
     Osmanlı Döneminde İstanbul’un meşhur zenginlerinden Cezairli Sarraf Mıgırdıç tarafından bir köprü daha yaptırıldı. ( Yahudi Köprüsü) Ağaçtan yapılmış olan bu köprünün başı şimdiki Ayvansaray Vapur İskelesi’nin bulunduğu yerden başlardı. Köprünün tahsildarları her geçen insan ve hayvandan bir ücret alırlardı. 
     “1863 – Ayvansaray-Piri Paşa arasında, Yahudi Sarraf Cezairli Mıgırdıç tarafından yeni bir ahşap kazıklı Haliç köprüsü yapımı. Toplanan köprü müruriyeleriyle yolsuzluk yapıldığı söylentileri üzerine Sultan Abdülaziz Han tarafından ücretlerin düşürülmesi kararının halka duyurulması: Yaya 5, yüklü yüksüz beygir-eşek-manda-sığır 30, koyun keçi 5, atlı 4, yüklü sırık hamalı 2, sedye 2.5, yüklü manda öküz arabası 10, yüksüzü 5 para. Askeri öğrenci, asker, zaptiye, subay ve erleri, ağır suçlular, tulumbacılar, askerî yük taşıyanlar, tersane vapuru subayları müruriye ödemiyor.” (İstanbul Ulaşım Zaman Dizini – Zikrullah Kırmızı-Fehime Tunalı Çalışkan.) 
     Haliç’in en revnaklı zamanı Sultan III. Ahmet devri idi. (1703-1730). Bu devirde bütün sahil sultan sarayları ve devlet erkânının yalılarıyla parlak bir mamure haline gelmişti. 
     Halicin son noktasında bulunan Kâğıthane Deresi çok bedii manzaralara malikti. Rengârenk salkımlar ve ulu akasyalar arasında akan bu küçük derenin iki tarafındaki çayırlıklara birçok saraylar inşa edilmişti. Sultan III. Ahmet Kâğıthane’yi çok severdi. Veziri ve damadı Nevşehirli İbrahim Paşa da onun zevkine hizmet etmeyi iş güç edinmişti. Kağıthane’nin imarına başlandı. İnşaata o kadar ehemmiyet verilmişti ki ameleler Ramazan ve bayram geceleri bile çalışmışlardı. 
     İbrahim Paşa evvela derenin mecrasını değiştirmiş Humbarahaneden 800 zira (zira: 75.7 cm) mesafe üzerine, iki tarafı mermer rıhtımlarla müzeyyen yeni bir mecra vücuda getirmişti. Sonra iki mecranın kenarına otuz sütun üzerine muhteşem bir saray yaptırmıştı. Bu sarayın önünde gayet cesim bir havuzla çağlayanlar, ağızlarından sular akan som mermerden aslan ve ejderhalar vardı. Bunların aralarında fıskiyeler de semalara doğru billur gibi sular fışkırtıyorlardı. 
     İbrahim paşa yalnız bu sarayı yaptırmakla kalmamış, bunun etrafına daha birtakım küçük ve zarif köşkler de yaptırmış, bunların çevrelerini en nefis lale bahçeleriyle donatmıştı. Kısa bir zaman zarfında buraya yapılan köşklerin miktarı 120’yi geçmişti. 
     Sultan Ahmet’in Tahttan ıskat edilmesi ve Nevşehirli İbrahim Paşa’nın da öldürülmesi ile neticelenen Patrona Halil vakasında Milyonlarca altın sarf edilerek vücuda getirilen o zarif ve emsalsiz saraylar insafsızca tahrip olunarak temellerine kadar yıkıldıktan sonra enkazları da ateşlere verilmişti. Kâğıthane’nin bu şekilde bir harabezar 3. Sultan Selim devrine kadar devam etti. Ancak 1206 senesinde bunlardan birkaçı yeniden inşa edildi. Sultan Selim Kâğıthane’ye gelerek eski sarayların yerine inşa ettirdiği sarayda ikamet ederdi. Bu sebepten dolayı senelerce metruk bir halde kalan Kâğıthane semti yeniden şenlenmişti. 
     Sultan II. Mahmut tahta çıktığı zaman amcasının ihya ettiği bu eseri bir kat daha zenginleştirdi. Ortadaki çağlayanları ve Çağlayan sarayını tamir ettirdi. Yeniden bir köşk yaptırarak buna da çadır köşkü adını verdi. Oğulları Mecit ve Aziz efendileri orada sünnet ettirdi. İlkbahar mevsimlerinde Padişah buraya göç ediyor, hanedan azasından bazı sultan ve şehzadeleri de arkasından sürüklüyordu. Ekseriya mevcut olan köşkler kafi gelmiyor, saray halkı çadırlarda ikamet ediyordu. Bu gecelerden birinde Dilber cariyelerden biriyle saray cücesinin akıntıya kapılarak ölmeleri üzerine Sultan Mahmut derhal göç emri vermiş artık bir daha Çağlayan sarayına ayak basmak bile istememişti. İşte bu vaka Kâğıthane’nin ikinci defa gözden düşmesine sebebiyet vermişti. 
     Sadabad Sarayı ilk olarak III. Ahmet döneminde 1722’de inşaa edilir. Patrona Halil İsyanında tahrip olur. 1809-1816’da 2. Mahmut döneminde yerine 2. bir saray kurulur. Eskiyerek kullanılmaz hale gelir. 50 yıl sonra ise 1861- 63’te Sultan Abdülaziz tarafından 3. saray inşa ettirilir. Bu saray 1942-43’te yıktırılarak ortadan kaldırılır. O dönemde 79 odasıyla ülkenin en büyük ahşap yapısı olma özelliğine sahiptir. 1951-53’te yerine askerî istihkam okulu inşa edilir. Bugün Kağıthane belediye binası olarak hizmet vermektedir. (Hüseyin Irmak) 
     Son olarak II. Mahmut’un İstanbul’u / Cahit Kayra – Erol Üyepazarcı / Bostancıbaşı Sicilleri Kitabından Eyüp’ün yalıları ve sahil saraylarına bir göz atarak sözlerimizi bitirelim. 
     “Fener’in zengin Balat’ın fakir görünüşlü mahallelerini geçip Defterdar İskelesine yakınlaştık. Bostancıbaşı Abdullah Ağa yol üstündeki bazı yalılar hakkında bize bilgi vermeyi sürdürüyor.  
    Sefaizadelerin Yalısı: Sefaizadeler şair, alim insanlardır. Ahmet Han zamanının ricalindendir. Üç dilde şiir yazardı derler. 
     Eyüp Mollası Uryanizade Efendinin Yalısı: Defterdar İskelesi’nin yanıbaşında bir başka soylunun yalısı var. Bursalı olan Uryanizade sülalesinden Ahmet Esad Efendi II. Abdülhamit’e 10 yıl şeyhülislamlık edecek. Esad Efendi’nin torunları da 1990’lı yılların Türkiyesinde ailenin adını yaşatmayı sürdürecekler. 
     Defterdar İskelesini geçer geçmez yan yana iki tane birbirinden güzel yalıya geliyoruz. 
     İsmetlü Beyhan Sultan Sarayı: Beyhan Sultan ölümünden sonra buraya getirilecek ve sonsuzluk uykusuna Eyüp Sultan Türbesi’nde yatırılacak. 1824 Esma Sultan Sarayı: Esma Sultan saray entrikalarının içinde, akıllı bir kadın. Yaşamasını hem sever hem de bilir. Zevkine sefasına düşkündür. Cariyelerini alıp seyir seyran yerlerine götürmesi bizim molla takımını kızdırıyor. Dedikodusu da boldur, malı mülkü de.. 
     Hatta 2.Mahmut tahta çıkacağı zaman yeniçeriler kendisini öldürmeye kalkıyorlar. Geride hanedandan hiç erkek kalmadığı söylenince Biz de Esma Sultan’ı padişah yaparız diyorlar. Esma Sultan 1850 yıllarına kadar yaşayacak ve Şehzade Abdülaziz’i de bu sarayda doğuracak. 
     Eyüp ile Defterdar arasında şimdi Feshane fabrikasının bulunduğu yer Esma ve Beyhan Sultanların sarayları idi. Bunlara çifte saraylar derlerdi. Beyhan Sultan 1244 senesinde vefat etti. Hiçbir varisi olmadığı için bomboş kalan saray Sultan II. Mahmut tarafından dokuma fabrikası ittihaz edildi. Ve ilk defa burada Tonus fesleri şeklinde fes yapıldığı için fabrikaya Feshane fabrikası adı verildi. 
     Esma Sultan’ın vefatından sonra bu saray da Sultan Mahmut’un kızı Atiye Sultan’a verildi. Miras olarak da Seniye ve Feride sultanlara geçti. Lakin bu müddet zarfında tamir kabul etmeyecek derecede harap hale gelmişti. Sultan Aziz orduyu kalkındırmaya çalıştığı sırada asker işlerine tahsis edilmiş olan Feshane Fabrikasını da genişletmek istedi ve bu harap sarayı yıktırarak arsasını fabrikaya ilave ettirdi. 
     Alibeyzadelerin Yalısı: Tersane Emini Ali Bey’in oğlu Rıfat Bey oturur. Rıfat Bey Abdülmecit zamanında Dışişleri Nazırı olacak. 
     Hatice Sultan Sarayı: Hatice Sultan’ın ikinci eşi Hasan Paşa zevk ve sefahati severdi. Sarayında birtakım hanendeler, sazendeler ve rakkaseler beslerdi. Mehtabın nurları Halicin durgun sularında akseden gecelerde sallar tertip ettirip denizde gezerdi. Ve bu mehtaplı gecelerde ekseriya padişah 4. Sultan Mehmet’e ziyafetler çeker top, tüfek ve fişek eğlenceleri tertip ederdi. 
     Hançerli Sultan’ın sarayı: Bahariye’de bulunan İplikhane Kışlası vaktiyle Hançerli Sultan’ın sarayı idi. Bu sultan 2. Beyazıt’ın şehzadesi Mahmut Sultan’ın kerimesi idi. Asıl ismi Fatma olan hançerli sultan, 936 senesinde vefat etmiş, Eyüp Sultan’ın Türbesi civarına defnedilmişti. 
     Hançerli Sultan’ın vefatından sonra mezkur saray Yavuz Sultan Selim’in kerimesi ve vezirlerden Lütfi Paşa’nın zevcesi olan Şah Sultan’a intikal etmişti. Sonra Ayşe Sultan ve Fatma Sultan’a geçti. Fakat saray harap olmuştu. Artık tamir kabul etmiyordu. 1244 senesinde 2. Sultan Mahmut’un emriyle yıktırılarak arsası tersaneye devredildi. Ve orada harp gemilerine halat yapılmak üzere İplikhane denilen müessese vücuda getirildi.
     Bahariye Mevlevihanesi: Bahariye Mevlevihane’sinin bulunduğu yerde de İbrahim Paşa bir sahil sarayı yaptırmıştı. 3. Sultan Selim ile 2. Mahmut mehtaplı gecelerde bu saraya gelerek birkaç gece kalırlardı. Bu eski Bahariye Kasrının yerine 1875-77 senelerinde Bahariye Mevlevihanesi yapılır. 1.262.777 kuruş.  
     “O zamanki Bahariye, Dergâhtan Eyyub istikametine doğru sahile sıralanmış zarif yalılar ve bunların kibar, zevk ehli sakinleri ile hemahenk omuştu. Akşam üstleri, Bahariye’nin bilhassa çok meşhur olan mehtaplarında yalılardan ayrılan zarif sandallarda renk renk maşlahlara bürünmüş zarif hanımlar dergahın önünden geçerken derinden derinden yükselen beste ve ney nağmelerine iştirakten kendilerini alamazlardı.” 
     Karaağaç Sarayı; Karaağaç’ta eskiden de büyük bir saray vardı. Bu sarayı Kanuni Sultan Süleyman’ın baş defterdarı İbrahim Efendi yaptırmıştı. 4.Murat Hazretleri bu sarayı çok sever ve sık sık gelirdi. Saray 1.Sultan Ahmet zamanında yeni baştan tamir edildi. O tarihten itibaren padişahlar ilk ve sonbaharda buraya gelerek bir hafta 10 gün kadar ikamet etmeyi adet edinmişlerdi. Arkadaki ağaçlıklı yer de Yusuf Efendi’nin bahçesidir. Bu Kasır yakın zamanda yıkılacak ve yerine onun yanındaki tersaneye ek binalar yapılacak. Arkadaki ağaçlıklı koru da tozlu ve dikenli boz topraklara dönüşecek. 2.Sultan Mahmut Asakiri Mensureyi tesis ve bu askerler için orada bir kışla yaptırmaya karar verdiği zaman bu sarayı yıktırarak taşlarından istifade etti. Arsası da halkın gezip eğlenmesine tahsis edildi. 
     Karaağaç Kasrı’nın olduğu bölgeden Prokopius da bahseder; “21. İmparator koyun karşı tarafına, kıyıya yeni bir Martyrion yaptırdı ve onu Şehit Anthimos’a adadı. Bu kutsal yerin kenarları denizin dalgalarıyla okşanır, seyrine doyum olmaz. Dalgalar gürültüyle yükselip taşlara çarpmazlar ve denizde olduğu gibi gürüldeyerek köpüklere bölünmezler; su alçakgönüllülükle ilerler, sessizce karaya dokunur ve dinginlikle geri çekilir. Çok düz bir avlu denize bakar. Tapınağın her tarafı mermer ve sütunlarla süslüdür. Buradan bakıldığında deniz manzarası çok güzeldir. Bunun ötesinde içindeki tapınakla birlikte bir stoa (revak) vardır. Tapınak içte dörtgen biçimindedir, ustalıkla düzenlenmiş mermerleri ve onların altın süslemeleriyle yükselir. Yapının doğuya bakan kenarı boyunca olan uzunluğu sadece kimseye açıklanmayan ayinlerin yapıldığı kutsal yerin eni kadardır ve genişliğinden fazladır. Bununla ilgili olarak söylenecek şey bu kadar.” 
     İsmihan Sultan Sarayı: Sütlüce ile Karaağaç arasında büyük bir arsa vardı. Bu arsaya 2. Sultan Selim’in kerimesi İsmihan Sultan için bir saray yapılmıştı. Sonraları bu saray da harap olup gitti ve yeri tersaneye terkedildi. 
     Karaağaç Kasrının yanında İbrahim Hanzadelerin yalısını görüyoruz. Sokullu ailesinden bu yana sürüp gelen bu yalı bir süre sonra içinde Sokullu’nun kılıcı, giysileri ve eşyalarıyla birlikte yanıp yok olacak. 
     Humbarahane: Burası Koca Ragıp Paşa’nın 50 yıl önce yaptırdığı Humbarahane (1768). 1795’te Selim Han zamanında Bahariye Kasrında kurulan Mühendishane-i Humayun’u buraya getirdiler. Ayrıca mühendishane binaları yapıldı. O zamanlar Mühendishane’nin başında Seyyit Mustafa hoca vardı. Çok bilgili, aydınlık ve erdemli bir kişiydi. Onu da Kabakçı rezaletinde gericiler öldürdüler.