YASEMİN KESKİN
Lâle Devri’nde savaşların bitmesiyle kısmî bir başarı sağlanmış ve bunun sonucu olarak da İstanbul’da sulh ve sükûn döneminin1 getirdiği bir rahatlık ve iç karışıklıkların olmadığı bir huzur ortamı vardı. Halk, geçmişteki sıkıntılarını bu dönemde unutmaya çalıştı. Artık isyan ve ekonomik sıkıntıların getirdiği iç göçler de sona ermiş, ülke sükûnete kavuşmuştu. Buhranlardan kurtulmanın çaresini geçmişe dönmede aramak da bir sonuç vermemişti. Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi’nin ilk defa Fransa’ya elçi olarak gönderilmesiyle gözler Aydınlanma Çağı’nı yaşayan Avrupa’ya çevrilmişti. Böylece, Osmanlı’da şimdiye kadar pek rastlanmayan Batı etkisinde bilim, kültür, edebiyat ve mimarînin yanında –gerek sarayın gerekse halkın– sosyal hayatında da değişiklikler ve gelişmeler yaşanmaya başlamıştır.
Dönemin önemli kültürel faaliyetlerinden birisi matbaanın kullanılmaya başlamasıdır. Burada ilk basılan eser Vankulu Lügatı’dır. Halkın tepkisini çekmemek amacıyla dînî eserlerin dışındaki kitapların basımına özen gösterilmiştir. Bu devirde bilim ve kültürün geniş çevrelere yayılması için de Sadrazam İbrahim Paşa, III. Ahmed ve Şeyhülislâm Yenişehirli Abdullah Efendi’nin desteğini alarak tercüme faaliyetlerini başlatmış ve proje oldukça başarılı olmuştur. Proje kapsamında Arapça ve Farsça birçok eser tercüme edilerek Türkçeye kazandırılmıştır. Tercüme edilen eserler genellikle din ve
1. Lâle Devri’nin sulh ve sükûn dönemi olduğu inancı tarihçiler arasında oldukça yaygın olmasına
rağmen Niyazi Berkes bu fikre katılmamaktadır. Berkes, bu dönemde ve arkasında gelen yıllarda sürekli
bir barış döneminin gelmediğini, iç huzurun sağlanmadığını ve toplumun refaha yönelmediğini söylemektedir. Ayrıca 1723’te Nadir Şah’ın zaptettiği İran’la savaşların başlaması ve 1730’da ise esnaf yeniçeri ayaklanması
olması sebebiyle Lâle Devri’nin zannedildiği gibi barış ve huzur dönemi olmadığını belirtmiştir. Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, (Yayına Hazırlayan: Ahmet Kuyaş) İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2011, s. 42.
tarih gibi sosyal alanlarla ilgilidir.2 Halkın eğitim, öğretim ve kültür seviyesini yükseltmek için kütüphaneler
ve mektepler de açılmıştır.
Mimarî alanda da kayda değer gelişmeler olmuş; cami, medrese, çeşme, sebil gibi eserlerin yanında şehir planlaması ile ilgili faaliyetler de gerçekleştirilerek İstanbul’un imârına katkıda bulunulmuştur. Özellikle padişah sarayları, sadrazam ve vezir konakları inşa edilirken, Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi’nin Fransa’dan getirdiği saray ve bahçe planları uygulanmıştır.3 Böylece Haliç ve Boğaziçi yeni bir çehre kazanmıştır.
Lâle Devri, bu gelişmelerin yanında zevk, sefa ve eğlence hayatıyla da öne çıkmıştır. Dönemin padişahı III. Ahmed ve Sadrazam İbrahim Paşa bu hayatın baş aktörleri olmuştur. Savaş ve benzeri sıkıntılarla geçen süreci adeta unutmak istercesine yapılan bu eğlenceler, devlet ricâli için de rahat bir nefes alma dönemidir. İlkbahar ve yaz aylarında saray ve köşklerde kandil ışığında gazelhânlar, sâzendeler ve hânendeler eşliğinde sözlü Çırağan eğlenceleri düzenlenirdi. Padişahın ve sadrazamın eğlenceye düşkünlüğü bu âlemlerin sık sık düzenlenmesine neden olmuştur.4
Yine yaz mevsimlerinde tercih edilen bir diğer eğlence mekânı Eyüp ve civarındaki mesire alanlarıdır. Sırf bu amaçla inşa edilen Sa’dâbâd kompleksinin ismi, burada yapılan eğlencelerle özdeşleşmiştir. Ayın belli günlerinde sadrazam, padişah için ziyafetler düzenleyip, bu ziyafetlere Şeyhülislâm, Kaptan-ı Derya, Anadolu ve Rumeli Kazaskerlerinden başka ulemâ ve diğer önde gelen kişiler de davet edilirdi.5 Ayrıca başta valide sultan olmak üzere harem halkı da hizmetindekilerle birlikte yazın Eyüp’te bulunan sarayına gelirdi.6 Onlar da Sa’dâbâd’da kendi aralarında mesire eğlenceleri düzenlerlerdi. Hadîka-i Hâssa’dan olan Karaağaç Bahçesi de padişah ve harem halkının hoşça vakit geçirmek için gittiği bu tür yerlerden biridir.
Uzun kış gecelerinde ise eğlenceler helva sohbetlerine dönüşmüştür. Ço
2 Mehmet İpşirli, “Lâle Devrinde Teşkil Edilen Tercüme Heyetine Dair Bazı Gözlemler”, Osmanlı İlmî ve Meslekî Cemiyetleri (Yayına Hazırlayan. Ekmeleddin İhsanoğlu), İstanbul 1987, s. 3; Salim Aydüz, “Lâle Devri’nde Yapılan İlmi Faaliyetler”, Divan, 3 (1997/1) s. 143-170.
3 Münir Aktepe, XVIII. Yüzyılın İlk Yarısında Kağıdhane ve Sa’dâbâd, İstanbul Armağanı 4 Lâle Devri, (Yayına Hazırlayan: Mustafa Armağan), İstanbul: İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanlığı Yayınları, 2000, s. 89; Kemal Çiçek, III. Ahmed (1703-1730), Osmanlı Ansiklopedisi, C. 12, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, 1999, s. 180-181
4 Necdet Sakaoğlu, “Çırağan Eğlenceleri”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, C. II, İstanbul: Kültür Bakanlığı ve Tarih Vakfı Ortak Yayınları, 1994, s. 501.
5 Râşid Mehmed Efendi ve Çelebizâde İsmâîl Âsım Efendi, Târîh-i Râşid ve Zeyli (1134-1141 / 1722-1729), C. III, (Yayına Hazırlayan: Abdülkadir Özcan, Yunus Uğur, Baki Çakır, A. Zeki İzgöer) İstanbul: Klasik Yayınlar, 2013, s. 1321.
6 Râşid Mehmed Efendi ve Çelebizâde İsmâîl Âsım Efendi, a.g.e., s. 1595.
ğunlukla Sadrazam İbrahim Paşa, padişah için bu tür eğlenceler düzenlerken,7 bazen de padişah sarayında benzer eğlence meclisleri tertip etmiştir. Gerek Topkapı sarayında gerekse Çırağan’da düzenlenen bu etkinliklere devlet ricâlinin yanında devrin şairleri de katılmıştır. Nedim ise bunların içerisinde en ünlüsü olup, adı Lâle Devri ile birlikte anılmıştır. Bunun sebebi İstanbul’u, Çırağan’ı ve Sa’dâbâd’da yapılan bu eğlenceleri, Kağıdhâne’deki mesireleri, Haliç ve Göksu’daki kayık gezintilerini, lâle bahçelerini tüm detaylarıyla işlemesidir.8 Hem şiir hem de minyatür alanında bu dönemin bir diğer ünlü sanatçısı Levnî’dir.9
HAK VE ADALET ARAYAN KADINLAR
Kadın tarihi ile ilgili ayrıntılı ve belgelere dayalı çalışmalar yapılıncaya kadar Osmanlı’da kadınların hukûkî durumları ve hakları konusundaki bilgiler ya yeterli değil ya da yanlıştı. İlk defa Ronald Jennings’in, Kayseri Kadısının görevleri üzerine çalışma yaptığı sırada kadınların mahkemeyi kullanmaları yazarın dikkatini çekmiş ve onlar hakkında müstakil bir çalışma yapmıştır.10 Bu başlangıç makalesi ve daha sonra yapılan çalışmalar, kadınların haklarını aramak üzere çoğu kez bizzat kendileri bazen de vekîlleri aracılığıyla mahkemeye müracaat ettiklerini ortaya koymuştur. Çünkü, Osmanlı Devleti’nin de tâbi’ olduğu İslâm hukûkuna göre, evli veya bekâr kadın, her türlü hukûkî muameleyi yapmaya ehil ve hak sahibidir ve erkekle arasında hiçbir fark yoktur.11
Kadınlar, dövülme, hakaret, taciz, tecâvüz, kaçırma gibi adlî olaylar sebebiyle başkalarını dava etmişlerdir. Alacak, miras, nafaka, rehin, emanet, hibe, ayıplı mal ile aldatma vb mâlî konularda da davalılar bazen kocası, babası, kardeşi de olsa davacı olarak haklarını aramışlardır. Zaman zaman da benzer suçlamalardan dolayı davalı olarak yargılanmışlardır. İslâm hukûkuna göre sınırlı ve belli şartlarda boşanma hakkı bulunan kadınlar bu konuda da kanunî hakları için sonuna kadar mücadele etmişlerdir. Osmanlı mahkemelerinin yapısı gereği yine kadınlar gayrimenkul, eşya, hayvan vs. alım ve satımlarını, vakfiyelerini, yaptıkları hibeleri tescîl ettirmek için de mahke
7 Râşid Mehmed Efendi ve Çelebizâde İsmâîl Âsım Efendi, a.g.e., s. 1473.
8 Daha geniş bilgi için bkz Leyla Karataş, Nedim Divan’ında Lâle Devri Sosyal Hayatının İncelenmesi, Dokuz Eylü Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, İzmir, 2006.
9 Levnî hakkında bkz. Gül İrepoğlu, Levnî Nakış Şiir Renk, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, İstanbul 1999.
10 Ronald C., Jennings, “Women in Early Seventeenth Century Ottoman Judicial Records: The Sharia Courts
of Anatolian Kayseri”, JESHO,1975, C. XVIII, S.1, 53-114.
11 Servet Armağan; İslâm Hukukunda Temel Hak ve Hürriyetler, Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 1987, s. 63.
meleri kullanmışlardır. Tüm bu işlemler sırasında kadınların mahkemeyi kullanma konusunda erkeklerden pek de geri kalmadıkları; kadıların da onlara inanmayı tercih ederek haklarını teslim ettikleri görülmüştür.12 Kadınların mahkemeye giderek haklarını aramaları onların sosyalleşmeleriyle de doğru orantılı olduğu hukûk belgelerinden ve çalışmalardan kolaylıkla anlaşılmaktadır.
xvııı. yüzyılın başlarına kadar kadın-hukûk ilişkisinde genel durum bu şekildedir. Bir değişim denemesinin yaşandığı Lâle Devri’nde kadınların yukarıdaki durumlarının aynen devam edip etmediği, mahkemeyi kullanmaları ve oranı, yeni kazanımlar elde edip etmedikleri ve en önemlisi olarak da hukûkun kadınların sosyalleşmesinde katkısı olup olmadığı, eğer varsa —geçmiş dönemlerle de kıyaslayarak— bunun ne derecede olduğu gibi sorulara cevap aranacaktır
Kadınlar, kendilerine karşı işlenilen dövme-sövme, aile içi şiddet, kaçırılma, sözlü ve fiili taciz, tecavüz, hırsızlık gibi adlî suçlarla ilgili şikâyette bulunmuş veya davalar açmışlardır. Bunlardan başka alacak davası, miras, nafaka, ayıplı mal satma, emaneti iade etmeme gibi mâlî konularla da ilgili davacı olmuşlardır. Bunların yanında bazı adlî ve mâlî konularda ise davalı durumuna düşmüşlerdir.
ÂDÎ SUÇLAR VE İNZIBÂTÎ DAVALAR
Eyüp Şer’iye Sicillerinde kadınların davacı oldukları adlî konularla ilgili sınırlı sayıda örnek bulunmaktadır.13 Günlük hayatın akışı içerisinde kadınlar zaman zaman sözlü (şetm) veya fiili şiddete, saldırıya maruz kalıyorlardı:
Eyüp’te yaşayan Havva Hatun, Kerime Hatun’dan kendisine küfrettiği için yazılı olarak şikâyette bulunmuştur. Bunun üzerine kadı tarafından sorguya çekilen Kerime Hatun kendisine yapılan bu suçlamayı inkâr etmiştir. Bu defa kadı Havva Hatun’dan delil istemiştir. Ancak —suç işlendiyse bile iki kişi arasında geçtiği için— Havva delil gösterememiş fakat yemin etmiştir. Sonuçta kadı Havva Hatun’u muarâzâdan men’ ederek davayı kapatmıştır.14
12 Dror Ze’evi, Kudüs 17. Yüzyılda Bir Osmanlı Sancağında Toplum ve Ekonomi, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2000. s. 205.
13 Sicillerde i’lam kayıtlarının olmaması sebebiyle adlî olaylar hakkındaki bilgiler de yetersiz kalmıştır. Ancak yüzyılın seyyahlarından D’ohsson’un, “şehirlerde ve özellikle de İstanbul’da asayişin oldukça mükemmel olduğu, hırsızlık veya cinayete çok az rastlandığı” ifadesini Lâle Devri Eyüp’ü için de kabul etmek durumundayız (De M. D’ohsson, XVIII. Yüzyıl Türkiyesinde Örf ve Adetler, çev.: Zehran Yüksel, Tercüman 1001 Temel Eser, s. 129.)
14 E.Ş.S. 156, s. 49-b-2, 1144.
Takyecibaşı Mahallesi’nden Ahmed b. İbrahim, karısı Fatma’yı “şevvâlin onikinci gününden beri benimle yatmıyor” diye şikâyet etmiştir. Kocasının kendisine karşı yaptığı bu suçlama üzerine Fatma, kocam herkesin önünde “diyâr-ı âhâra gideceğim” deyip bana küfretti. Niye yapıyorsun dediğimde de “Paşalı değil miyim, kâfir de benim Yahudi de” dedi. Dinden çıktığı için nikâhımız düştü ben de bu yüzden ondan ayrıyım mihrimi isterim diyerek hakkını savunmuştur. Ahmed, bu durumu inkâr ettiyse de Fatma iki şahitle ispat etmiştir. Konu ayrıca mahalle imamı ve halkına sorularak doğrulanmıştır. Mahkeme, kocanın iman tazelemesi (tecdîd-i îmân) ve nikâh etmesine ve mihri de ödemesine karar vermiştir.15 Çünkü dine hakaret ve sövme (şetm-i galîz) kişiyi dinden çıkarmanın yanında nikâhının da boş olmasına sebep olur.16 Bunu bilen Fatma’nın kocasının tekrar evlenme teklifini kabul edip etmediğini bilmiyoruz ama her halükârda ilk mihrini almıştır.
Aile içerisinde kadınlar zaman zaman fizikî şiddete de uğramaktaydılar:
Davud Ağa Mahallesi’nden Ümmügülsüm, kocasının sürekli olarak hem sövdüğünü hem de kendisini öldürmekle tehdit ettiğinden şikâyetçi olarak soruşturma yapılmasını istemiştir. Kocası Mustafa’nın inkâr etmesiyle, kadı komşularından dörtten fazla kişiye durumu sormuştur. Komşuları ise kocanın lehinde şahitlik yapmışlardır. Ancak aynı belgenin devamında karı-kocanın aralarının düzeltildiğinin belirtilmesinden17 aslında bu aile içi şiddet ve huzursuzluğun gerçekte olduğu fakat barışmaları için görmezlikten gelindiği veya süre tanındığı anlaşılmaktadır. Ümmügülsüm iki sebepten dolayı mahkemeye gitmiş olabilir: birincisi, kocasının kendisini bir daha dövmemesini sağlamak. Çünkü, Hanefi hukûkuna göre kocası tarafından dövülen kadının boşanmak için mahkemeye gitme hakkı bulunmamaktadır. Ancak kocasının bir daha kendisini dövmemesi için müracaat etme hakkı vardır. Bundan dolayı kadı ilk önce karısını döven kocaya nasihatte bulunur ama kocanın karısını dövmeye devam etmesi durumunda ona ta’zîr cezası verir.18 İkinci olarak ise kocasını ya muhâlaaya ya da şartlı talâka zorlamak. Çünkü İslâm hukûkuna göre boşama hakkı olmadığı için bu boşluk genellikle muhâlaa yolu ile doldurulmaya çalışılmıştır.19 Veya Ümmügülsüm mahkemede “bir daha döversem
15 E.Ş.S. 156, s. 57-b-2, 1145.
16 M., Ertuğrul, Düzdağ, Şeyhülislâm Ebussuûd Efendi Fetvaları Işığında 16. Asır Türk Hayatı,
İstanbul 1983, s. 45.
17 E.Ş.S. 156, s. 64-b-1, 1146.
18 Halil Karapınar, Medeni Hukuk ve Osmanlı Hukukunda Kadının Boşanma Hakkı (Mukayeseli) Atatürk Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Erzurum 1995, s. 107.
19 Mehmet Akif Aydın, İslâm-Osmanlı Aile Hukuku, İstanbul: Marmara Üniversitesi, İlahiyat
Fakültesi Vakfı Yayınları, 1985, s. 115
karım benden boş olsun” şeklinde kadı tarafından yemin ettirilip kocasını şartlı talâka razı etmek istemiş olabilir.20 Ancak dava karı-kocanın barışmasıyla sonuçlanmıştır
Atros köyünden Elmas adlı nasraniye, kocası Yorgo ile birlikte mahkemeye gelip kayınbabası hakkında şikâyette bulunmuştur. Çünkü kayınbabası Nikola v. Yani’nin kendisini dövdüğünü ve bunun sonucunda hamile olduğu çocuğunu düşürdüğünü iddia etmiştir. Kayınpederinin suçlamayı inkâr etmesi üzerine suç subut bulmamıştır. Kadın da bu durumda yapacak bir şeyi olmadığından dolayı sulh yoluna gitmek zorunda kalmıştır.21 Osmanlı’da aile içi sözlü ve fiili şiddetin genellikle barıştırma veya sulh ile sonuçlanması ve bu konuda çok az kaydın bulunması bu tür olayların pek çoğunun mahkemelere bile yansımadığını düşündürmektedir.22
Kadınlar sadece aile içerisinde yakın akrabalarının şiddetine değil aile dışında da bu tür olaylarla karşılaşmışlardır:
Servi Mahallesi’nden Emetullah Hatun, evinin önünde kocasını döven Mehmet Çelebi’yi şikâyet etmiştir. Çünkü kocasını kurtarmak için araya girmiş ve Mehmet Çelebi’nin kendisine de hücum ederek çocuğunun düşmesine sebep olmuştur.23 Mehmet Çelebi bu suçtan dolayı önemli bir meblağı bulan cenin diyeti ödeyecektir.24 Ayrıca kadını dövdüğü için de para cezasına çarptırılacaktır.25 Ancak kadı, Osmanlı hukûk sistemi gereği26 kadına davaya mı yoksa sulhe mi gideceğini sormuştur. Emetullah Hatun, —belki kadın olmanın dezavantajından dolayı— kocası ve kendisini döven adamla bir daha yüz yüze gelmek istememiş olacak ki Mehmet Çelebi ile olan davasında 360 kuruş bedel alarak sulh olmuştur. Otakçıbaşı Mahallesi’nden de Pavlo adlı zimmînin evine giren Yahudi Salomon’un karısını dövmesi sonucu çocuğun ölü doğmasına sebep olduğu dava da sulhle sonuçlanmıştır.27 Yine aynı mahalleden İsmihan Hatun’a yapılan benzer bir fiili saldırı ise teşebbüs safha
20 Abdülmecit Mutaf, XVII. Yüzyıl’da Balıkesir’de Kadınlar, Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, İzmir 2002, s. 20.
21 E.Ş.S. 146, s. 38-a-3, 1137.
22 Aile içi şiddet konusunda daha fazla örnek ve bilgi için bkz. Havva Selçuk, “Kadına Uygulanan Şiddetin Osmanlı Mahkeme Tutanaklarına Yansımaları”, Karatekin Edebiyat Fakültesi Dergisi, 1(1):109-126.
23 E.Ş.S. 147, s. 80-a-1, 1139.
24 Vehbe Zuhaylî, İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, C. 8, İstanbul: Risale Basın-Yayın, 1992, s. 133.
25 “Eğer bir kişi kendine ecnebiye olan avratı darb etse muhkem tazîr idüp ağaç başına bir akçe cürm alına”. Uriel Heyd, Studies in Old Ottoman Criminal Law, Oxford: Clarendon Press, 1973, s. 72.
26 Abdülmecit Mutaf, “Amicable Setlement in Ottoman Law: ‘Sulh’ System”, Turcıca, 36 (2004), s. 125-140.
27 E.Ş.S. 156, s. 62-b-1, 1146.
sında kalmıştır. Kadın kapısına dayanan İbrahim hakkında şikâyetçi olmuş, şahsın kadı huzurunda kendisine bir daha zarar vermeyeceğine söz vermesi üzerine sulhe gitmiştir.28 Rabia adlı kadın ise Düğmecibaşı Mahallesi’nde caddede (tarîk-i âmm) kendisini kasden dövüp bir dişini kıran bir dişini de yerinden çıkaran müvekkili Ahmed ile 5 kuruşa sulh olduğunu ikrâr etmiştir.29 Köylerde de benzer davalara rastlanmıştır. Bergos köyünde Havva bt. Osman evine giren çoban taifesinden iki zimmînin sarhoşluğunun kurbanı olmuştur. Havva, kendisini döven ve sonucunda da çocuğunun düşmesine sebep olan bu kişilerle vekîli olan babası aracılığıyla yirmi kuruşa sulh yapmıştır.30
Eyüp’lü kadınlar maruz kaldıkları âdî suçlara karşı da şikâyetçi olmuşlarsa da bazen sonuç istedikleri şekilde gerçekleşmeyebiliyordu:
Fethi Hatun, evinde gerçekleşen hırsızlık sonucunda çalınan oldukça yüklü miktardaki nakit para ve süs eşyasının peşini bırakmamıştır. On dört ay önce Kasım Paşa Mahallesi’ndeki evine girip hırsızlık yapan Hatice Hatun’u önce Eyüp kadısına şikâyet etmiştir. Zanlı Hatice’nin suçunu inkâr etmesi üzerine şahitleri olmadığı için olayı ispat edemeyen Fethi Hatun, bu defa davayı Bâb Mahkemesi’ne31 taşımıştır. Bâb Naibi huzurunda Hatice’nin yemin etmesi üzerine Fethi muarâzâdan men edilmiştir.32 Fakat hakkını aramakta ısrarcı olan Fethi Hatun, tekrar bir arzuhal vererek Çarşamba Divanında33 murafaa olmak istemiştir. Bu isteğinin yerinde görüldüğü arzuhalin üzerindeki “İnşâllahu Teâlâ Çarşamba günü huzurumuzda murafaa olunmak” kaydından ve sadrazam buyruldusundan anlaşılmaktadır.34 Fakat konunun nasıl sonuçlandığı ise meçhuldur.35 Nişancı Paşa Mahallesinden Havva Hatun ise, evde bulunmadığı sırada evine girip seksen üç kuruşluk eşyasını çalan Zeynel’i zanlı olarak şikâyet etmiştir. Zeynel’in durumu inkâr ve Havva Hatun’un ispat edememesi üzerine aralarında 69,5 kuruş bedel ile sulh yoluna
28 E.Ş.S. 140, s. 96-b-1, 1131.
29 E.Ş.S. 156, s. 10-b-2, 1140.
30 E.Ş.S. 141, s. 70-b-4, 1132.
31 Bâb Mahkemesi: Osmanlı Devleti’nde büyük şehir kadılarının yardımcısı olan nâiblerin başkanlık yaptığı mahkemelerdir. İstanbul’da bulunan Bâb Mahkemesinin nâibi, İstanbul Kadısının iş yoğunluğu sebebiyle ona vekâleten yardım ederek davalara bakardı. Mehmet İpşirli, “Bâb Mahkemesi”, DİA, C. 4, s. 362.
32 E.Ş.S. 156, s. 54-b-3, 1145.
33 Çarşamba Dîvânı: İstanbul, Eyüp, Galata ve Üsküdar kadılarının katılımıyla çarşamba günleri sadrazamın başkanlığında gerçekleştirilen divandır. Bu divanda genellikle İstanbul’un problemleriyle ilgili davalara bakılırdı. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti’nin İlmiye Teşkilatı, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1988, s. 137.
34 E.Ş.S. 156, s. 55-a-1, 1145.
35 Osmanlı Arşivindeki araştırmamız esnasında -ya henüz tasnif edilmediği veya bilmediğimiz başka bir sebepten dolayı-Çarşamba Dîvânının evrakına ulaşılamamıştır.
Gidilmiştir.36 Zanlının inkâr etmesine rağmen bu teklifi kabul etmesi Havva Hatun’un haklı olabileceğine işarettir.
Diğer bir örnekte ise, Havva Hatun komşusu yeniçeri Süleyman Beşe’yi on gün önce gece evine girip kendisine saldırarak boğazını sıkıp zincirli iki adet altını boynundan aldığını şikâyet etmiştir. Ancak Süleyman Beşe’nin bu durumu inkâr ederek yemin etmesi ve mahallelinin de lehinde şahitlik yapması üzerine suçu ispat edemeyen Havva muarâzâdan men edilmiştir.37 Havva’nın suçu ispat edememesi elbette olayın olmadığı anlamına gelmez. Aksi halde kadın böyle bir olayla adının lekelenmesini istemeyecektir. Havva Hatun, her ne kadar ispat edemese de bir daha aynı olayın olmaması için şikâyet etmiş olabilir
Kadınlar zaman zaman İslâm hukûkuna göre hadd cezası ile cezalandırılan38 tecâvüz amaçlı saldırılara da maruz kalmışlardır. Elimizde örnekler az olsa da bu tür rencide edici olaylarda kadınların haklarını aradıkları görülmektedir:
Fethi Çelebi Mahallesi’nden Hatice Hatun, Es-seyyîd Abdullah ile Dergâh-i Âli görevlilerinden Mehmed Beşe’yi mahkemeye getirtmiştir. Hatice, duruşmada şöyle ifade vermiştir: “Mehmed Beşe ve onun -adı zikredilmeyen arkadaşı Tokmak Tepe denen yerde bostan arasında bana fi’l-i şeni’ (tecâvüz) etmek kasdıyla saldırdılar. Direnince de beni döverek sağ omzumu kırdılar ayrıca kolumdan bir altın bileziğimi de aldılar. Bağırmam üzerine çevreden yetişenler beni kurtardılar. Kendilerinden davacıyım.” Zanlı Mehmed Beşe’nin suçlamayı reddettiği.39 davanın nasıl sonuçlandığı hakkında başka bir bilgi bulunmamaktadır. Tecavüz kurbanlarının iddialarını ispat edebilmeleri şahit göstermelerine bağlıydı. Ancak Hatice Hatun’un bunu başarması oldukça zordu. Şahit olmadığında ise sanığın yemin etmesi gerekiyordu ve yemin eden kişinin doğru söylediği kabul ediliyordu. Sanığın yemininden sonra da iddiasını ispat edemeyen kadın, mahkemeyi oyaladığı için uyarılıyor hatta cezalandırılıyordu.40Muhtemelen Hatice Hatun da aynı şeyleri yaşamıştı.
Bu gibi davalar için kadınların mahkemeye gitmeleri psikolojik olarak zor bir durumdur. Ancak bu davalardan daha zor ve acı vereni şühhesiz kan parası (dem-i diyet)41 davalarıdır. Birinci dereceden akrabası olan bir yakınının
36 E.Ş.S. 154, s. 44-a-1, 1141.
37 E.Ş.S. 156, s. 15-a-8, 1141.
38 Abdülkadir Udeh, İslâm Ceza Hukuku ve Beşeri Hukuk, C. I, İstanbul 1990, s. 79-85.
39 E.Ş.S. 156, s. 13-b-3, 1141.
40 Amira Sonbol, “Osmanlı Mısır’ı ve Modern Mısır’da Tecavüz ve Hukuk”, MEOK, 204-221, s. 210.
41 Cana ya da can hükmünde olana karşı işlenen cinayet sebebiyle ödenmesi gereken maldır. Zuhaylî, C. 8, s. 81.
öldürülmesiyle ilgili konularda da kadınlar mahkemeye gitmek zorunda kalıyorlardı:
Eyüp’te Karanlık Bağçe diye bilinen bahçede bostanın kapısı önünde yaralanmadan dolayı ölmüş halde bulunan zimmînin karısı Uskülüne bt. Mihal hem kendi adına hem de küçük oğlu Yorgo, küçük kızı Eline ve karnındaki çocuğunun vasiyeleri olarak kocasını öldüren Dimitri’den davacı olmak üzere mahkemeye gelmiştir. Henüz acısının üzerinden on beş gün geçmemişken böyle bir davayı üstelik vekâleten değil bizzat kendisi asâleten takip etmiştir. Muhtemelen hapiste olduğu için davalının yerine mahkemeye gelen babası Kirko’dan dem-i diyet davasında 60 kuruş bedel-i sulh almıştır. Fakat aralarındaki niza’ın devam etmesi üzerine araya giren muslihûn heyeti onları elli kuruşa sulh etmiştir.42 Bir diğer örnekte ise, Terkos Nahiyesi Hadım Yaylağı köyünde akşam saatlerinde evinde ölü olarak bulunan Hacı Mustafa’nın karısı mahkemeye gelerek zanlıların ismini vermiştir.43 Ancak daha sonra köyde bir takım gelişmeler yaşanmış olacak ki Ayşe, -Osmanlı’da kefâlet sistemi44 gereği zanlılar ve kâtil bulunmadığı takdirde kan parasını ödemek zorunda olan45– köy halkından davacı olmaktan vazgeçmiştir. Onların dem-i diyet borçlarını ibrâ ettiğini de mahkemede beyan etmiştir. Muhtemelen köylü kâtili bildiği halde söylememiş hatta maktûlun karısına davayı geri çekmesi konusunda baskı dahi yapmış olabilir. Başka bir davada ise Çömlekçiler çarşısı yakınında oturan Fatma, kocası Hasan Beşe’nin sekiz ay önce misafireten bulunduğu bir Rumeli vilayetinde öldürüldüğünü ispat etmek üzere mahkemeye müracaat etmiştir. Mahkemeye gelen şahitler Hasan Beşe’nin öldürüldüğünü ve kendileri tarafından defn edildiğini ikrâr etmişlerdir.46 Fatma bu müracaatını iki amaçla yapmış olabilir: kocasının dem-i diyeti hakkında dava açabilmek ve başkasıyla evlenebilmek için.
Kadınların açtığı davaların çoğunun sulh ile sonuçlanması dikkat çekicidir. Kocası, babası ve erkek kardeşi gibi bir yakını bulunmayan kadınlar istemeden de olsa sulhu kabul etmek zorunda kalmış olabilirler. Çünkü bu tü
42 E.Ş.S. 150, s. 4-a-2, 1140.
43 E.Ş.S. 141, s. 28-b-3, 1132.
44 İslâm hukûkuna göre; bir kimsenin başka birisinin borcunu ödeme (kefâlet-i bi’l-mal), şahsını mahkemeye izhar (kefâlet-i bi’n-nefs) ve satılan bir malı teslim hususunda zimmeti o kimsenin zimmemine eklemesidir. Abdullah Karaman, “İslâm Hukukunda Şahsa (Nefse) Kefâlet Uygulaması ve Türk Ceza Mahkemeleri Hukukunda Teminatla Salıverme Müessesesi ile Mukayesesi”, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, C. II, S. 1, Sivas: Cumhuriyet Üniversitesi Yayınları, 1998, s. 301.
45 Kefâlet sisteminin Osmanlı’daki uygulanışı için bkz. Tahsin Özcan, “Osmanlı Mahallesi Sosyal Kontrol ve Kefâlet Sistemi”, Marife, Yıl 1, S. 1 (Bahar 2001), Konya, s. 129-151.
46 E.Ş.S. 147, s. 67-b-3, 1139.
davalar kadınlar için zorlu bir süreçtir. Özellikle hırsızlık davalarında çalınan malını geri getiremeceğini bilen kadınlar hiç olmazsa sulh yoluyla bir kısmını kurtarmış oluyorlardı.