DR . TUBA ÖZKAN
İnsanlık her dönemde kaybolmasından endişe duyduğu geleneksel deneyim ve birikimini ancak 18. yüzyılda bilimsel bir duyarlılıkla değerlendirebilmiştir. Bu çalışmaların tohumları ilk olarak Avrupa’da atılmıştır. Halkbilimi çalışmalarının ilk olarak Avrupa’da başlaması tesadüfi değil Avrupa tarihi ile yakından ilgili bir konudur. İstanbul’un Türkler tarafından alınması ile Avrupa’da bilim dışı ve sadece dini otoritelerin yönettiği bir dönem olan Ortaçağ’dan çıkılmıştır. Bu süreçte Doğu ticaret yolu Türkler’in eline geçtiği için Avrupalılar deniz üzerinden yeni ticaret yolları arayışına girmiştir. Bu motivasyonla gelişen denizcilik ve coğrafî keşifler Avrupalı beyaz ırkın başka ana karalarda farklı renk ve kültürlerdeki yerlilerle tanışmasına olanak sağlamıştır. Deniz yoluyla yeni kıtalara ulaşan Avrupalı gezginler, tüccarlar, misyonerler, bilim insanları önce bu “ilkel” “varlık”ları tanımaya çalıştılar.
Avrupa’da ilkellerden sonra Doğulu toplumlara ardından da Avrupalı köylülere merak artmıştır. Bu karşılaşmadan sonra, Avrupalı toplumlar da kendi ilkel dönemlerini arama çabasına girmiş ve ilkel dönemlerini köylülerin temsil ettiğini düşünmüşlerdir. 18-19. yüzyıla gelindiğinde Avrupa’da her ulusun ulusal ruhunu kültürünü dilini arayıp bulmak ve ulus devlet olma sürecinde kimliğine sahip çıkmak adına halk kültürünü merak ettiği bir süreç söz konusudur (Oğuz, 2011:1-12)
Bu dönemde ilk olarak halk edebiyatı olarak adlandırdığımız masal destan halk müziği atasözü gibi birikimler toplanmaya başlanarak gazete ve dergilerde yayımlanmıştır. Bu filizlenmenin ardından halk kültürü, üniversite enstitüler aracılığı ile bilimsel zeminde çalışılmaya başlanmıştır.
Türk kültürünün bu anlamda toplanma çalışmaları ise yine Osmanlı Devlet’nin siyasi tarihi ile yakından ilişkilidir. Balkan savaşları sonucunda dağılma süreci hızlanan Osmanlı Devleti’nde ulusçuluk hareketleri folklor çalışmalarının yeşermesi için uygun zemin oluşmuştur.
“Folklor ” teriminin doğuşu: 1813 yılında Almanya’da “volkskunde” (halkbilimi)1846 yılında ise İngiltere’de “folklore” olarak kullanılmıştır. Bugün İngilizce aslından yaygınlaşan “folklor” terimi Türkiye’de belli bir dönem uğradığı yanlış kullanımlar nedeniyle hala bir kafa karışıklığına yol açmaktadır. Konuyla yakından ilgisi olmayan kişilerce” halk oyunları” olarak bilinen ve pek çok yazılı ve sözlü ortamda kullanılan bu hatalı ifade de bu alanda çalışanlar tarafından hızla düzeltilmesi gereken bir konudur.
Bugüne kadar yüzlerce tanımı yapılmış olan halkbilimi-folklor disiplini için son olarak Uluslararası Eğitim Bilim ve Kültür Organizasyonu (UNESCO) tarafından yeni bir tanımlama ve açıklama getirilmiştir. UNESCO tarafından 2003 yılında kabul edilen ve Türkiye’nin de 2006 yılında taraf olduğu bir sözleşme ile bugüne kadar halkbilimi folklor olarak adlandırıp tanımladığımız disiplin yeni bir yaklaşımla ele alınmış ve adlandırılmıştır.
Kabul edilen “Somut Olmayan Kültürel Mirasın Korunması Sözleşmesi”, 1972 yılında yürürlüğe giren “Doğal ve Kültürel Dünya Mirasının Korunması Sözleşmesi”nin ardından bu sözleşmenin eksik bıraktığı alanların korunmasına yönelik olarak hazırlanmıştır. Örneğin bir cami, bir çeşme, bir konak, bir köprü ya da bir doğal miras alanı korunmaya alınacaksa bu yapılar etrafında yaşayan sözlü kültür mirası da mutlaka korunmalıdır duyarlılığı ile yola çıkılmıştır . Sözleşmede “somut olmayan kültürel miras terimi” şöyle tanımlanmaktadır:
“Toplulukların grupların ve kimi durumlarda bireylerin kültürel miraslarının bir parçası olarak tanımladıkları uygulamalar, temsiller, anlatımlar bilgiler, beceriler ve bunlara ilişkin araçlar gereçler ve kültürel mekanlar” (Oğuz, 2013).
Bu tanım ve adlandırma bugüne kadar halkbilimi, folklor, etnoloji gibi kavramlar çevresinde karmaşa yaratan bir disipline uluslararası toplum tarafından önerilen yeni bir adlandırma gibi de düşünülebilir.
Sözleşmenin adında yer alan “Somut olmayan kültürel miras” terimi de “Intengible Cultural Heritage” teriminin çevirisidir. Çeviri olmakla beraber bu adlandırma da alan içinde ve dışında anlam kargaşasına yol açmıştır. Tartışmaların odağında yatan sorulardan bir kısmı, örneğin bu alanın çalışma konusu olan bir toprak kap, bakır bir güğüm ya da bir bağlama ise bunların nasıl somut olmayan kültür olarak adlandırıldığıdır. Bu konu şöyle açıklanabilir, bir halının bir toprak kabın, bağlama veya bir ince ekmeğin, ebrunun, çini bir vazonun üretilmeye devam edebilmesi bir ustanın bir çırağa geleneksel bilgiyi aktarmasıyla mümkündür. Bu nedenle korunmak istenen, bu bilginin aktarım sürecidir. Çininin, halının veya toprak kabın kendisi değil.
Sözleşmede nelerin somut olmayan kültürel mirası oluşturduğu konusunda ise 5 alandan söz edilmektedir bunlar:
a) Sözlü anlatımlar ve sözlü gelenekler,
b) Gösteri sanatları,
c) Toplumsaluygulamalar,ritüellerve festivaller,
d) Halk bilgisi, evren ve doğa ile ilgili uygulamalar,
e) El sanatları geleneği.
Bu alanları kısaca açmak gerekirse, “a” maddesinde; bugün hızla unutulan, muhafaza edildikleri kaynak kişiler yaşlanıp hayatlarını kaybettiği için kaybolmaya mahkum olan masal, halk hikayesi, fıkra, atasözü, mani gibi sözel ürünler;
Burada bir not eklemek gerekirse koruma kavramı 19. Yüzyıl derleme çalışmalarından farklı olarak ürün odaklı değil miras ürününü yaşatan grupların bireylerin ve bu ürünün yaratılıp yaşatıldığı kültürel bağlamın korunmasını ifade etmektedir.
“b” maddesinde yer alan “gösteri sanatları ise” yine bugün hızla kaybolan, meddah, karagöz, ortaoyunu, köy seyirlik oyunları gibi daha çok geleneksel halk tiyatrosu ürünleri ve gösterim ortamları
“c” maddesinde yer alan “toplumsal uygulamalar, ritüeller festivaller” ifadesi ile anlatılmak istenen ise; bugün Ramazan Bayramı, Kurban Bayramı gibi dini bayramlarda gerçekleştirilen geleneksel uygulamalar, kına gecesi, aşure geleneği, yaylacılık geleneği, ince ekmek yapımı ile hıdrellez, çiğdem aşı, mayıs yedisi, saya gezme gibi mevsimsel kutlamaları da içine alan pek çok uygulama;
“d” maddesinde yer alan “halk bilgisi evren ve doğa ile ilgili uygulamalar” başlığı altında ise, halk takviminden halk meteorolojisine, halk hekimliğinden geleneksel üretim biçimlerine, halk inançlarına kadar uzanan geniş bir uygulama alanı kastedilmektedir.
Son olarak ise “e” maddesinde yer alan “el sanatları geleneği” dokumacılık, ahşap oymacılığı, sepetçilik, semercilik, gümüş işlemeciliği, yorgancılık, taş işçiliği, çömlekçilik vs. gibi çok geniş bir uygulama alanı olan ancak usta çırak ilişkisi ile aktarıldığından ve yeni temsilciler yetiştiremediğinden günden güne azalan el sanatlarını kapsamaktadır. Burada da yine korunması hedeflenen bu geleneksel sanatların ortaya çıkardığı ürünler değil de bu sanatları icra eden ustalar, icra edildiği bağlam, bu sanatın yapım tekniğinin öğretilme süreci ve bu meslek ve ürün etrafında oluşan, yaşayan sözlü kültür mirasıdır.
Sözleşmenin temel amacı her ülkenin kendi kültürüne sahip çıkması ve bu kültürü küreselleşmenin, popüler kültürün ve tek-tipleşmenin olumsuzluklarından korumak ve gelecek kuşaklara aktarılmasını sağlamak. Kısacası renklerini kaybeden dünyayı bundan kurtarma çabası (Oğuz, 2013)
Türkiye’nin sözleşmeye taraf olmasının ardından Kültür ve Turizm Bakanlığı Araştırma ve eğitim Genel Müdürlüğü 1966 yılında başlayan folklor çalışmaları nedeniyle icracı birim olarak belirlenmiştir.
Kurumun konuyla ilgili görevleri ise şu şekildedir. “somut olmayan kültürel mirasın araştırılması, derlenmesi , arşivlenmesi , tanıtımı, tescili bu kapsamda tespit ve tescil kurumlarının oluşturulması,…”
Somut Olmayan Kültürel Miras çalışmaları, uluslararası düzeyde UNESCO listelerine dosya hazırlama işlemleri ile yürütülmektedir. UNESCO Genel Kurul toplantılarında her yıl İnsanlığın Somut olmayan kültürel mirasına ait korunması gereken unsurlar değerlendirilerek listeler oluşturulur. Bu süreçte üye ülkeler önce kendi temsili miraslarını tespit ederek listeler. Bu unsurlar arasından da bir veya birkaçını her yıl Paris’te gerçekleştirilen Genel Kurula sunar (Karabaşa, 2016) . Bugüne kadar İnsanlığın somut olmayan kültürel mirası temsili listesinde Türkiye adına kayıtlı 17 unsur yer almıştır.
Meddahlık geleneği (2008), Mevlevi Sema törenleri (2008), Aşıklık Geleneği (2009), Karagöz (2009), Nevruz (Afganistan, Azerbaycan, Hindistan Irak, İran, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Pakistan, Tacikistan, Türkmenistan ile ortak dosya, 2009), Geleneksel Sohbet toplantıları (Yaren,Barana , sıra geceleri ve diğer ..2010) , Kırkpınar Yağlı Güreş Festivali, 2010 Alevi- Bektaşi Ritüeli Semah 2010 Yılında, Tören Keşkeği Geleneği 2011 , Mesir Macunu Festivali 2012 , Türk kahvesi ve geleneği (2013), Ebru: Türk Kağıt Süsleme Sanatı (2014), Geleneksel Çini Ustalığı (2016), İnce Ekmek Yapma ve Paylaşma Kültürü: Lavaş, Katırma, Jupka, Yufka (Azerbaycan, İran Kazakistan ve Kırgızistan ile ortak dosya, 2016), Hıdrellez (Çok uluslu dosya, 2017) , Islık Dili (Acil Koruma Listesi 2017) , Dede Korkut-Korkut Ata Mirası Kültürü Efsaneleri Müziği (2018)
Bu unsurların Türkiye adına listeye kaydedilmesinin anlamı, Türk kültürüne ait bu değerlerin insanlığın somut olmayan kültür mirası olarak tescil edilmiş olması ve bu değerlerin uluslararası toplum tarafından koruma altına alınmasıdır.
Bu listelerin oluşturulması süreçleri ise Kültür ve Turizm Bakanlığı Araştırma ve Eğitim Genel Müdürlüğü koordinatörlüğünde gerçekleşmektedir.
Envanter tespiti önce iller düzeyinde gerçekleşir. İl Kültür ve Turizm Müdürlükleri tarafından, ilin öne çıkan temsil değeri taşıyan kültürel miras unsurlarının belirlenerek tespit formlarının düzenlendiği akademisyen, uzman, araştırmacıların da yer aldığı İl Tespit Kurulları oluşturulur.
İl tespit kurullarınca belirlenen unsurlar İl envanterine kaydedilir ve dosyaları Bakanlığa gönderilir. Burada da oluşturulan Uzmanlar Komisyonu illerden gelen kültürel miras dosyalarını değerlendirerek ulusal envantere kaydedilme sürecini yürütür.
Bakanlıkta tüm illerden gelen unsurların değerlendirilerek oluşturulduğu Somut Olmayan Kültürel Miras Ulusal envanteri listesinden bir veya birkaç öne çıkan unsur belirlenerek yılda bir kez toplanan unesco Genel Kuruluna gönderilir. Genel Kurulda her ülkenin aday unsurları, dosyalar ve video gösterimleri ile birlikte değerlendirilerek dünya miras listesine girecek unsurlar belirlenir.
Kısaca söylemek gerekirse bir ilin sınırları içinde var olan sürdürülen ve korunup gelecek kuşaklara aktarılmaya değer bir unsur, önce il envanerine, ardından ulusal envantere, ardından da dünya miras listesine girebilme potansiyeli taşıyabilir. Unsurların bu süreçlere dahil edilmesindeki temel hedef, unsurun yaşamasını ve sürdürülmesini sağlamak için gerekli farkındalığı yaratmaktır. Dünya miras listesine giren bir unsur ise artık tüm insanlığa ait bir kültür mirasıdır ve uluslararası toplum düzeyinde de korunması gerekir.
Buradan şu sonuç çıkarılabilir, yerel düzeyde sahip olduğumuz değerleri ne kadar iyi tanır ve bilirsek bu unsurları ulusal ve uluslararası düzlemde temsilimizin bir parçası yapabiliriz. Ulusal ve uluslararası temsil bir bölgenin turizm potansiyeli ve nitelikli turizm etkinliği için önemli bir kıriterdir.
İstanbul İl Envanterine Kayıtlı Unsurlar: (başlangıçtan bugüne): Meddahlık (2008), Mevlevilik (Sema) (2008), Karagöz (2009), Ebru (2014), Hat, Minyatür, Tezhip, Katı’
Dünya Miras Listesine Kaydedilen İstanbul Unsurları: Meddahlık (2008), Mevlevilik (Sema) (2008), Karagöz (2009), Hıdrellez (Bahar Bayramı Hıdrellez Aziz George Günü), Ebru (2014)
Bugüne kadar Somut Olmayan Kültürel Miras Yaşayan İnsan Hazinesi (yih) ulusal envanterine İstanbul adına kaydedilmiş meslek icracıları: Orhan Kurt (Karagöz sanatçısı), Metin Özlen (Karagöz sanatçısı), Uğur Derman (Klasik Kitap Sanatçısı), Hasan Çelebi (Hat Sanatçısı), Fuat Başar (Ebru Sanatçısı)
UNESCO, gerek sözleşmede gerekse diğer yaklaşımlarıyla somut olmayan kültürel mirası, öncelikle bu mirası yaratan toplumun sonra da bütün insanlığın ortak belleği olarak görmektedir. Küreselleşme, kültürlerin toplumdan topluma ve kıtadan kıtaya yayılmasına olumlu katkı sağlarken, yarattığı kitle kültürü ile de kültürleri tek-tipleştirici bir rol oynamaktadır. Bu olumsuz etkiye karşı insanlığın somut olmayan kültürel miras olarak tanımlanan kültür varlığını koruması gelecek kuşaklara öğretmesi tarihsel bir sorumluluk olarak ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle sözleşme bu kültür mirasının korunmasını temel ilke olarak kabul etmiştir (Oğuz, 2013)
Koruma terimi somut olmayan kültürel mirasın yaşayabilirliğini güvence altına alma anlamına gelir. Buna kimlik saptaması, belgeleme, araştırma muhafaza, geliştirme, güçlendirme ve özellikle okul içi ya da okul dışı eğitim aracılığıyla kuşaktan kuşağa aktarma olduğu kadar bu kültürel mirasın değişik yanlarının canlandırılması dahildir. Sözleşmenin taraf devletlere getirdiği birincil yükümlülük “kendi toprakları üzerindeki somut olmayan kültürel mirasın bir veya birden fazla envanterini oluşturmak.” şeklinde özetlenebilir (Oğuz, 2013).
Handan Dedehayır, “Sürdürülebilir Kültür Turizmi” adlı makalesinde ,Tarihi ve kültürel miras ile ilgili olarak şöyle der: “Tarihi ve kültürel miras, bir ülkeye uluslararası toplum içinde kimlikli bir yer, kentlere kendine özgülük yerellik, kentlilere de aidiyet, sahiplik ve güven duygusu aşılayan bir kavramdır. Bu miras, doğru planlandığında ekonomiye hareketlilik ve canlılık kazandıran ve yerel halkın yaşam kalitesini yükselten bir zenginliktir.
Kültür mirasının ekonomik değeri söz konusu olduğunda kültür turizmi ilk akla gelen seçenekler arasında yer alıyor. Kültür turizmi; doğal alanları, anıtsal ya da sivil mimari yapılarını, sanat ürünlerini, koleksiyonları, kültürel kimlikleri, gelenekleri ve farklı dilleri kapsayan, somut ve somut olmayan kültür mirasının tüm ürünlerini paylaşmayı ve tanımayı amaçlayan bir gezi türü olarak tanımlanıyor.” https://www.cekulvakfi.org.tr/makale/surdurulebilir-kultur-turizmi
Türkiye’nin tarih ve kültür mirası bakımından zenginliği kuşkusuz. İstanbul ise Türkiye’de yerli ve yabancı turist sayısı bakımından ilk sırada yer almaktadır. İstanbul’un, özellikle de kültür turizmi odaklı bir potansiyele sahip olması yerel kültür değerlerinin tanıtılması için önemli bir fırsat olarak değerlendirilebilir. Burada öncelikle şunun altı çizilmelidir; kentin bu potansiyelinin doğru yönetilebilmesi için kentteki kültür ve turizm odaklı aktörlerin ve kentte yaşayanların sahip olunan tarih ve kültür mirasını iyi tanıyıp analiz edebilmesi en önemli şarttır.
İstanbul fiziki olarak çok geniş, nüfus olarak yoğun, tarih ve kültür mirası bakımından da oldukça zengin bir şehir olması yönüyle çok boyutlu ve kapsamlı çalışmayı gerektirmektedir. Diğer şehirlerle kıyaslandığında İstanbul bu özel durumundan dolayı, bölge bölge çalışılıp analiz edilmeyi gerektirir. Bu noktada yerel yönetimler, önemli aktörler olarak devreye girmektedir. Somut Olmayan Kültürel Mirasın Korunması Sözleşmesi, yerel yönetimler için, araştırma-koruma-tanıtma ekseninde yeni yol haritaları belirlemektedir. Sözleşmeyi doğru biçimde okuyup yararlanan yerel yönetimler bulundukları bölgenin kültürel miraslarını canlandırma ve kent yaşamında sürdürülebilirliğini sağlama konusunda önemli adımlar atmaktadır
Eyüpsultan İlçesi, İstanbul’un Sur dışındaki en eski yerleşim yerlerinden olması bakımından zengin bir tarihi ve kültürel mirasa sahiptir. Arkeolojik araştırmalar, bugünkü Eyüpsultan bölgesinde m.ö. 2. yüzyıla ait tapınak ve çevresinde yerleşim varlığına işaret etmektedir. Bölge Bizans yerleşiminden sonra da, Fatih Sultan Mehmet tarafından Osmanlı yerleşimine açılmıştır. Hz. Muhammed (s.a.v.)’e Medine’de ev sahipliği yapmış olan Hz. Hâlid bin Zeyd Ebû Eyûb’un türbesinin burada bulunmasından dolayı önemli bir İslâmi hac merkezi konumunda olması, bölgeyi yerli ve yabancı turist için bir çekim merkezi yapmıştır. Sahip olduğu bu tarihi dini ve kültürel donanımlar ilçeye kimlik ve ruh katmıştır. Hz. Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb’un türbesinin burada bulunmasının bölgeye kattığı dini ve kültürel değer kuşkusuz Eyüpsultan’n en önemli zenginliğidir. İstanbul’un ilk selatin camisi olan Eyüp Sultan Camii ve Külliyesi’nde; tarihî, mimarî, dinî ve kültürel miras bir arada ve bir bütün olarak turizm aktivitesi için çekici bir unsurdur.
Her gün gelen ziyaretçi yoğunluğunun yanısıra özellikle de Cuma günleri kandiller, bayramlar, Ramazan ayı ve hac öncesi gibi İslâm dini için özel bir öneme sahip olan günlerde bu ziyaretlerin katlanarak arttığı bilinmektedir. Bunun yanında ayrıca önemli bir işe başlamadan önce, önemli sınavlar öncesinde, çocuklar ve gençler okula başlamadan önce, hamile kadınlar ve çocuk sahibi olmak isteyenler için de dualarını dileklerini ifade etmenin bir mekanıdır aynı zamanda. Ziyaretçilerin bu kutsal mekanda dualar eşliğinde gerçekleştirdikleri tüm uygulamalar İslami geleneğin ve halk inançlarının bir parçası aynı zamanda da Somut Olmayan Kültürel Mirasın Toplumsal Uygulamalar başlığı altında değerlendirilen kültür mirasıdır.
Eyüpsultan, barındırdığı İslami sembol ve şahsiyetlerin ve onlar etrafında gelişen derin kültürel yapının yanında Osmanlı tarihinde de önemli geleneklerin yaşatıldığı seçkin bir bölgedir. Osmanlı tarihinde bir devlet geleneği olan “kılıç kuşanma töreni”nin gerçekleştirildiği yani Osmanlı padişahlarının tahta geçtikleri ilk andan itibaren halkla ilk ilişkiye geçtikleri yerdir. Süleyman Faruk Göncüoğlu “İstanbul’un Önsözü Eyüpsultan” adlı kitabında Eyüpsultan’ın bazı tarihi ve kültürel değerlerinden söz eder. Kılıç Kuşanma Töreni, tahta oturan Osmanlı padişahlarının, tahta çıkmasından iki hafta içerisinde yapmak zorunda oldukları bir törendi. “Kılıç Alayı” da denen bu tören, Topkapı Sarayı’ndan Eyüpsultan’a törenle gidilip kılıç kuşanılıp dönülmesidir. Bu tören sırasında, padişahın Eyüpsultan’a ayak basmasından itibaren yol boyu “Çubukçu”, denilen görevliler halka para saçarlardı. Padişahın Bostan İskelesi’nden camiye kadar gidişi boyunca görevliler tarafından halka dağıtılmasından dolayı bu yol “Cülus Yolu” adı ile anılmıştır (2017:92-94).
Eyüpsultan Osmanlı gündelik hayatında önemli bir ritüel olan “Âmin Alayları”nın da gerçekleştirildiği bir ziyaret mekanıdır aynı zamanda. Osmanlı döneminde çocukların 4 yaş 4 ay 4 günlük olduklarında ilk eğitim olan Kur’an-ı Kerim’i öğrenmeye başlaması üzerine “Amin Alayları” düzenlenirdi. Amin Alayı’na büyüklerin duası ve hediyeleri ile başlanır, ardından da Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensâri Hazretleri’nin kabri ile ilk türbe ziyaretine başlanırdı. Bu ziyaret sırasında türbedar tarafından Eyüp Sultan Hazretleri’nin sandukası yanına getirilen çocuklara Eyüp Sultan ve kabrin bulunması ile ilgili kıssa anlatılır. Ehlibeyt sevgisi ve besmele ile işe başlamanın hikmeti anlatılır, sandukanın ayakucunda yer alan kuyudan su çekilerek çocuğa ikram edilir, ardından dua edilir ve türbedarın bakımından sorumlu olduğu leylekler ve cami avlusunda bulunan kuşlara yem verilirdi. Çocuklar aileleri tarafından Eyüpsultan’a getirildiklerinde Eyüpsultan fırınlarından ekmek ve Eyüpsultan halkası satın alınarak ihtiyaç sahibi olanlara, dilencilere imaretten aş alanlara ve yaşlılara verilmesi bu gelenek içerisinde yapılırdı. Böylece çocukların ihtiyaç sahiplerine yardım duygusu kazandırılması sağlanırdı (2017:60). Bugün de Eyüpsultan sakinleri ile görüşüldüğünde çocuklarının her okula başlangıcında türbe ziyaretine götürdükleri belirtilmektedir. Bunun yanında yeni doğan çocuklar kırkıncı günde, yeni evlenecek çiftler düğün-nikah öncesi ve sünnet çocukları, Eyüpsultan türbesine getirilerek hayatlarının bu dönüm noktaları kutsanıp hayırlanmaktadır adeta.
Tarihi kaynaklar Eyüpsultan çömleğinin de özellikleri ve sayıca fazlalığından söz eder. Evliya Çelebi, “Seyahatname”sinde bir ana caddenin iki tarafında baştan başa 250 adet çanakçı bardakçı çömlekçi dükkanının bulunduğunu belirtir. Seyahatnamede ayrıca Eyüp çömlekçiliğinin üstünlüklerinden şöyle söz eder: “Kağıthane ve Sarıyer çamurundan maşrapa çömlek ve sürahiler yaparlar ki benzerleri ancak Çin ve İznik çinisinde olur. Bunun amber kokulu toprağında olan özellik başka bir diyarın toprağında yoktur. Burada öyle yetişmiş ustalar var ki toprak bir testiyi kırk elli kuruşa satıp padişaha vezirlere ve seçkinlere hediye götürürler.”
Reşat Ekrem Koçu, İstanbul Ansiklopedisi’nde “Eyyûbun kaymağı ve kaymakçı dükkanları kadimden beri bu kasabanın şöhretlerinden birini teşkil ederdi. Kaymakçı dükkanlarının çarşı boyunda kebapçıların yanında dizilmiş olduklarını ve Türbe ziyaretine gelenlerin bu kaymakçı dükkanlarına kaymak almak kaymak yemek için muhakkak uğradıklarını söyler (sf: 5459). Ömer Faruk Göncüoğlu, Eyüpsultan kaymakçılığının kaynağı olarak İstanbul’un en büyük küçükbaş hayvan çiftliği olan Saya Ocağı’nın varlığından söz eder ve Kemerburgaz taraflarındaki istanbul’a has mandalardan elde edilen yoğurt ve kaymağın temin edildiği tek yerin Eyüp Sultan çarşısındaki kaymakçı dükkanları olduğunu da ekler. Göncüoğlu çalışmasında Bahariye Mevlevihanesi’nde bir gelenek olarak gelen misafirlere ve zikir sonrasında, lengerlere serili olarak kaymak ikram edildiğini aktarır (2017:130).
Tarihi kaynaklar, geçmişte Eyüp Sultan çiçekçilik ve fidancılığın da çok önemli bir geçim kaynağı olduğuna vurgu yapar. R.E.Koçu, Eyüp’te Gümüşsuyu’nun bulunduğu vadi etrafındaki tepelerin tarlalar halinde çiçek bahçeleri olduğu buralarda gül, sümbül, lale, zerrin, fulya yetiştirildiğini Cuma günleri Eyüp’ün Oyuncakçılar Çarşısın’da büyük bir çiçek pazarı kurulduğunu bu çiçek bahçelerinin tümünün Fulya Tarlası olarak anılan bir mesire yeri olduğunu nakletmekte 20.yy’başlarında rağbet gören bu yerin 1960’larda gecekondularla dolduğunu anlatmaktadır.
Eyüpsultan, Osmanlı yerleşimi’nden beri pekçok mesire alanı ile de öne çıkan bir bölgedir. İstanbul’da yaşayanların haftasonları ve bayramlarda gelip piknik yapıp temiz hava aldıkları, bu arada Eyüp’ün meşhur lezzetlerinden de tattıkları bu geziler, Hıdrellez zamanı çeşitli ritüellerle renklenirmiş. Bugün Eyüpsultan’da yaşayan eski sakinlerin anılarında mutlaka çocukluklarına dair hıdrellez gezileri ve kutlamaları vardır. Geçmişte çok renkli ve coşkulu Hıdrellez kutlamalarının yaşandığı Eyüpsultan’da bugün de halk kendi imkanlarıyla ve kendi çevrelerinde Hıdrellez ritüellerini gerçekleştirmektedir. Hıdrellez, İstanbul ve Türkiye adına dünya miras listesine kaydedilmiş bir kültür değeri olması bakımından Eyüpsultan’da geçmişten bugüne varlığını sürdüren bu değerin tanıtılıp sürdürülebilir biçimlerle yaşayabilirliğini sağlamak adına projeler üretilmesi sözleşmenin hükümlerindendir.
Eyüp Sultan’da başlangıcı 17. Yüzyıl’a uzanan oyuncak üretimi, zaman içerisinde Eyüpsultan’ı Osmanlı’nın oyuncak merkezine dönüştürmüştür. Burada tamamen doğal ve atık malzemelerden üretilen oyuncaklar İmparatorluğun başka bölgelerine de gönderilmektedir. Evliya Çelebi, 17. yüzyılda Eyüpsultan’da yüz yirmi tane oyuncakçı olduğunu, türbeye giden cadde üzerinde “Oyuncakçı Çıkmazı” denilen sokakta dükkanların arka tarafındaki atölyelerde üretilen oyuncakların, ön tarafta satıldığını anlatır. Eyüp Sultan türbesinin önemli bir ziyaret yeri olması bu oyuncak üretiminin gelişmesinde önemli bir etkendir. Tarihi bir kökeni olan okul çağı gelen çocukların türbeye getirilmesi, sünnet çocuklarının da yine türbe ziyaretinde bulunması geleneği Eyüp oyuncaklarının satışı ve üretimini teşvik etmiştir. 19. yüzyıl başlarında İstanbul’da Pera ve Eminönü’nde açılan büyük alışveriş merkezlerinde ithal oyuncaklar satılmaya başlayınca Eyüp oyuncakçılığı da eski önemini yitirmeye başlamıştır. Günümüze gelindiğinde, Eyüpsultan’ın sahip olduğu bu miras Eyüpsultan Belediyesi ve birkaç sivil toplum kuruluşu tarafından geliştirilen projeler yoluyla sürdürülmeye çalışılmaktadır. Eyüp Oyuncakları, Eyüpsultan Belediyesi’nin önerisi ve desteği ile 2017 yılının Aralık ayında İstanbul İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü tarafından oluşturulan bir komisyon kararı ile İstanbul İl Envanterine kaydedilmiştir. Tarihte çok büyük bir çıkış yaparak yaygınlaşmış Eyüp Oyuncakları’nın geliştirilerek yeniden oyuncak mağazalarında yerini alması unsurun tanıtımı ve yeni ihtiyaç ve beklentilerle geliştirilmesi ile mümkün olabilecektir. Bu yönüyle bu kültür mirası yerel yönetimin bilinçli ve nitelikli çalışmaları ile sembol değerini koruyan ve geleceğe aktarılma kapasitesini ortaya koyan bir kültür değeri olarak yerelden ulusala ve küresele taşınabilir.
Eyüpsultan mesire alanlarının geçmişte yaşadığı hareketlilik bu bölgenin kendine has mutfak lezzetlerinin de gelişmesine ve yaygınlaşmasına teşvik olmuştur. Tarihi kaynaklarda Eyüp kebabı ve kepçılarının İstanbul’da şöhret kazandığı yazmaktadır. Benzer bir şöhret “Eyüpsultan Güveci” için de geçerlidir. Eyüpsultan’da önce Bursa’dan gelen Osmanlı yerleşimi ardından Rumeli ve Balkanlardan geri dönüş yapan Türklerin yerleşimi sonrasında birarada yaşama kültüründen doğan bu lezzet, Karadeniz pidesi ve lahmacunun karışımı bir görüntüğüye sahip olmakla birlikte kendine has farklı lezzeti ile Eyüpsultan’a özgü bir tarife ulaşmıştır. Bölgenin öne çıkan lezzetlerinden bir diğeri ise “Eyüp Halkası” olarak bilinen ve çeşitli kaynaklarda da kandil simidinin atası olarak (Göncüoğlu,2017) ifade edilen unlu mamuldür. Sözlü ve yazılı kaynaklarda 20. yy’ın başlarında üretimine başlanan Eyüp Halkası da bölge sakinleri başta olmak üzere Eyüp Sultan Camisi ve türbesini ziyarete gelen tüm İstanbullular için ziyaretin ayrılmaz bir parçası olarak hatıralarda yer almaktadır. Ziyaretçiler Eyüpsultan çarşısında yer alan pastaneden “Eyüp Halka”larını alıp, çocuklar da halkaları kollarına takarak ziyaretlerini yapıp bölgeyi gezerlermiş. Bugün de Eyüpsultan’da halka üreten ve satan birkaç pastane bulunmaktadır. Bu lezzet de Eyüpsultan’a has bir terkibe ulaşması ve öyle tanınması açısından yerel bir değer olarak kayda değerdir.
Daha önce de değinildiği gibi İstanbul’un her köşesi ayrı bir kültür ayrı bir renk olarak karşımıza çıkarken, Eyüpsultan İlçesi de tarihten getirdiği değerlerle kendine has bir kültürel dokuya sahiptir. Sahip olunan bu değerlerin, burada bahsedilemeyen birçoğu ile birlikte, kültür turizmine kazandırılması ilçenin tanıtımında yer verilmesi adına nitelikli ve sonuç odaklı projeler üretilmesi yine bu mirasların yaşayabilirliğini sağlamak adına önemlidir. Somut Olmayan Kültürel Mirasın turizme kazandırılmasında mirasların toplum hayatında sürdürülebilir işlevlerle yer alması önemli bir koşul olmakla birlikte, söz konusu miraslar müzelenmek sureti ile de turizme kazandırılabilir. Daha önce de değinildiği gibi kültür mirasının yaşayabilirliğinin sağlanması ve tanıtılması nitelikli projeler ve profesyonel ekiplerle gerçekleştirilebildiğinde bölgesel turizme önemli bir katkıya dönüştürülebilir.