FAHRÜNNİSA ENSARİ KARA
Eyüp Sultan Sempozyumlarının ilkine verdiğim bildiriye bir anım ile başlamıştım.. Burada bu konuşmama da aynı anı ile başlamak istiyorum.. 1984’lerde Eyüp İlçe Belediyesi’nde kurulan Planlama Müdürlüğü’nde görev aldığım dönemde, Müdürlüğü’müz tarafından, çalışmanın başlangıcında, daha yola çıkmadan önce, tecrübelerinden yararlanmak üzere; Eyüp üzerine değerli çalışmaları ve hizmetleri bulunan akademisyen, düşünce adamı, tarihçiler, sanatçılar, bürokratlar gibi ülkemizin yetiştirdiği değerli kişileri ve Eyüp Sultan’ı nesillerdir bütün değerleri ile içiçe yaşamış, kendileri birer değer olan eski Eyüp’lüleri bir araya getirecek olan “’Eyüp’ün Dünü, Bugünü, Yarını’ konulu bir söyleşi dizisi” programlanmıştı.
Ancak, birincisinin gerçekleştirilebildiği bu toplantıya katılan sn. Hocamız, merhum Prof. Dr. Süheyl Ünver, konuşması esnasında; “’Eyüp’ demeyin, zaman içinde kelime ’ip’ olarak telaffuz edilmeye başlanabilir.. ’Eyüp Sultan’ deyin” uyarısında bulunmuştu ve ben de Süheyl Ünver hocamızı rahmetle anarken, bu uyarısını hassasiyetle dikkate alarak o oturumda Tarihî Eyüp yerleşmesini “Eyüp Sultan” ismi ile isimlendirme sorumluluğunu hissederek bildirimi öyle vermiştim.
Bugün İlçenin adının “Eyüp Sultan” olarak isimlendirilmesi gerçekten sevindiricidir, esasen olması gereken de buydu ve doğal olarak da her şey aslına rücu eder zaten.
1- 3030 Sayılı Yasa ile, Büyükşehirlerde İmar ve Planlama Yetkilerinin Merkezi Yönetimden Yerel Yönetimlere Kaydırıldığı Dönem: 1984 Sonrası
Bu dönem benim; Eyüp İlçe Belediyesi Planlama Müdürlüğü’nde ilk defa görev aldığım (1985), bugün yaşama geçirilmiş bulunan uygulamalarını idrak ettiğimiz tarihî Eyüp Sultan yerleşme yöresinin, o günlerde yoğun olarak sürdürülen araştırma ve planlama çalışmalarının içinde ağırlıkla ve aktif olarak yer aldığım bir dönemdir.
Ancak bu dönem, esasında; 1984 yılında çıkartılan, 3030 sayılı “Büyük Şehir Belediyelerinin Yönetimi Hakkında Kanun Hükmünde Kararname’nin (KHK 335/ 1988) Değiştirilerek Kabulü Hakkında Kanun1 ” ile; tanımı bu kanun ile getirilmiş olan “büyükşehir”lerde “Büyükşehir Belediyeleri” ve “İlçe Belediyeleri” kapsamında yerel yönetimlerin yeniden organize edilerek kuruluş, görev ve yetkilerinin yeniden düzenlendiği, merkezî yönetim ve yerel yönetimler ile ilişkilerine dair esas ve usullerin yeniden belirlendiği bir dönemdir. Ve bu dönemde;
1983’de peş peşe çıkartılan Kanun Hükmünde Kararnameler arasında, Bayındırlık ve İskan Bakanlığı’nın Teşkilat ve Görevleri Hakkında 13.12.1983’de çıkartılan 180 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile, Bayındırlık Bakanlığı, İmar ve İskan Bakanlığı ile birleştirilerek, yerine Bayındırlık ve İskan Bakanlığı kurulmuş2,
1 Büyük Şehir Belediyelerinin Yönetimi Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabulü Hakkında Kanun (Resmî Gazete ile yayımı: 9.7.1984, Sayı: 18453; Kanun No:3030; Kabul Tarihi: 27/06 /1984)
BİRİNCİ BÖLÜM: Amaç, Kapsam ve Tanımlar
Amaç: MADDE 1. Bu Kanunun amacı, büyük şehir belediyeleri yönetiminin hukukî statüsünü, hizmetlerin planlı, programlı, etkin ve uyum içinde yürütülmesini sağlayacak bir şekilde düzenlemektir.
Kapsam: MADDE 2. Bu Kanun büyük şehir belediyeleri ile ilçe belediyelerinin kuruluş, görev ve yetkilerine, merkezî idare ve diğer mahallî idareler lile münasebetlerine dair esas ve usulleri kapsar.
Tanımlar: MADDE 3. Bu Kanunda sözü geçen deyimlerden; Büyük şehir: Belediye sınırlan içinde birden fazla ilçe bulunan şehirleri, İlçe belediyesi: Büyük şehir belediye sınırlan içinde kalan ilçelerde kurulan belediyeleri, İfade
eder (1) .
2 1848 yılında “Nafıa Nezareti” adı altında çalışmalarına başlayan Bayındırlık Bakanlığı, 26.05.1934 tarihli ve 2443 sayılı Kuruluş Kanunu ile demiryolları, limanlar, karayolları ve köprüler inşa etmek, PTT tesislerini kurup işletmek, su işlerini düzenlemek, devlet daire ve müesseselerinin her türlü yapı işlerini yapmakla görevlendirilmiştir.
1958 yılında, 7116 sayılı Kanun ile İmar ve İskân Bakanlığı kurulmuş olup, bölge, şehir, kasaba ve köylerin planlanması, mesken politikası, yapı malzemesi konuları ile uğraşmak, afetlerden önce ve sonra gerekli tedbirleri almak, kentsel altyapıyı gerçekleştirmek ve belediyelerle ilişkileri düzenlemek konularında görevlendirilmiştir.
13.07.1972 tarihli ve 1609 sayılı Kanun ile Bayındırlık Bakanlığı’nın kuruluşu ve görevleri yeniden düzenlenmiştir. 13.12.1983 tarih ve 180 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile İmar ve İskân Bakanlığı ile birleştirilmesi sonucu Bayındırlık ve İskân Bakanlığı adını almıştır.
Çevrenin korunmasına ilişkin çeşitli kanunlarda yer alan hükümler, 1970’li yıllara kadar farklı bakanlık ve kuruluşlar tarafından kendi ilgi alanları ile alakalı olarak uygulanmıştır. Çevre alanında ilk bağımsız yapılanma; 12.02.1973 tarihli ve 7/5836 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile “Çevre Sorunları Koordinasyon Kurulu”nun oluşturulmasıyla gerçekleştirilmiş, bu kurul daha sonra 16.04.1974 tarihli ve 7/8329 sayılı Kararname ile “Çevre Koordinasyon Kurulu”na dönüştürülmüştür.
Çevrenin korunmasına yönelik temel politikaların belirlenmesi, konuyla ilgili plan ve projelerin hazırlanması, bunların uygulanmasında ilgili bakanlık ve kuruluşlar arasında koordinasyonun sağlanması maksadıyla 27.07.1978 tarihli ve 7/16041 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile “Başbakanlık Çevre Örgütü” kurulmuş, Ülkemizde çevre konularını bütünleşik olarak ele almak üzere
– Büyük şehirlerde “Üst Ölçekli Stratejik Plan” üreten ve İmar ve İskan Bakanlığı’na bağlı Nazım Plan Büroları kapatılmış,
Bu bağlamda, Büyükşehirlerde imar ve planlama yetkileri “Merkezi Yönetim”den “Yerel Yönetimler”e ağırlık ile kaydırılarak, 3030 sayılı yasa ile yerel yönetimler, imar yetkileri açısından yeniden organize edilerek güçlendirilmiştir.
Ve dolayısıyla bu çerçevede bu dönem; Yasa’da tanımı getirilmiş olan “Büyükşehirler”de, “Büyükşehir Belediyeleri”nin kendi “İlçe Belediyeleri” ile belli bir hiyerarşi ve bütünlük içinde imar yetkilerini üstlendikleri bir dönemdir.
Yerel yönetimlerin 3030 sayılı yasa kapsamında büyükşehirlerde yeniden teşkilatlandırılması esnasında, Eyüpsultan ilçe belediyesinde ilk defa kurulan Planlama Müdürlüğü’nün, yaklaşık 5,5 asırlık tarihî Eyüp Sultan yerleşme bölgesinde, koruma – kullanma dengesi öncelikle gözetilerek, çağdaş şehircilik anlayışı ile o yıllarda özenle ve çok yönlü olarak başlattığı planlamaya yönelik araştırmalar ve çalışmalar; süreç içinde bugün gelinen ve kısmen uygulamaya geçirilen çalışmaların da başlangıcı olmuştur ve o günlerden itibaren bir “planlama geleneği” oluşturulmuş ve çalışmalarda bir sürdürülebilirlik sağlanmıştır.
Böylece yaklaşık 34 yıl önce başlatılan çalışmalar, sonraki yönetim dönemlerinde de devam ettirilerek, tarihî-kültürel değerlerimize saygılı ve dolayısıyla
09.08.1983 tarihli ve 2872 sayılı Çevre Kanunu yürürlüğe girmiştir. 08.06.1984 tarihli ve 222 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile Başbakanlığa bağlı, tüzel kişiliğe sahip, katma bütçeli bir kurum olarak Çevre Genel Müdürlüğü kurulmuş ve Çevre Kanunu’nu uygulamakla sorumlu kılınmıştır.
389 sayılı Çevre Müsteşarlığı’nın Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname ile çevre örgütlenmesi Müsteşarlık düzeyine çıkarılmış, 19.10.1989 tarihli ve 383 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameyle çevre koruma ile ilgili diğer bir kurum olarak Başbakanlığa bağlı, tüzel kişiliğe sahip “Özel Çevre Koruma Kurumu Başkanlığı” kurulmuştur.
Özel Çevre Koruma Kurumu Başkanlığı; 08.07.2011 tarih ve 27988 sayılı Resmi Gazetede yayınlanan “Bazı Kuruluşların Bağlı ve İlgili Oldukları Bakanlıkların Değiştirilmesine Dair Tezkere” ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na bağlanmıştır.
17.08.2011 tarih ve 28028 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren “648 sayılı Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname ve Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Hükmünde Kararname” ile Özel Çevre Koruma Kurumu Başkanlığı kapatılmış ve aynı KHK ile Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdürlüğü kurulmuş, Bakanlık Makamının 18.08.2011 tarih ve B.09,0. SGB.0.10–010–06/2239 sayılı Olur’u ile teşkilatlanmıştır.
Bugün görevde bulunan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ise, 04.07.2011 tarihli ve 27984 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan 644 sayılı Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname ile kurulmuştur.
Mülga Çevre ve Orman Bakanlığı’nın çevre kanadı ile Mülga Bayındırlık ve İskân Bakanlığı’nın tek çatı altında bir araya getirilmesiyle kurulan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın görev, yetki ve sorumlulukları; 17.08.2011 tarihli ve 28028 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan 648 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile daha da güçlendirilmiştir (2).
koruma-kullanma dengesi içinde, ancak çağdaş yaşanabilir mekanlar olarak ortaya çıkmaya başlamıştır. Arada, çalışmaların hızında azalmalar olsa da bu süreç, sürüdürülebilir bir süreçtir ve onun için de son derece önemlidir.
Örneğin; o gün Eyüp İlçe Belediyesi Planlama Müdürlüğü’nde başlattığımız araştırma ve planlama çalışmaları, bu gün “Eyüp Sultan Araştırma Merkezi – EYSAM” adı ile AR-GE’sini ve içinde “Planlama Arşivi”ni de kurmuş olarak karşımıza çıkmıştır. Bu gelinen aşama, tarihî Eyüp Sultan yerleşme bölgesinin korunarak gelişmesinin sağlanmasında önemli bir aşamadır ve dolayısıyla, tarihî Eyüp Sultan, tarihî İstanbul, ülkemiz ve insanlık tarihî adına sevindirici bir durumdur.
Bu sürekliliğin sağlanmasında, o günlerden bu günlere kadar değişen üst düzey yönetimlerin ve onlar ile çalışan İrfan Çalışan b. gibi bu konularda hassas, duyarlı ve sorumluluk sahibi yapıcı yöneticilerin, çalışan arkadaşlara ihtiyaçları olan her türlü fırsatı ve imkanı tanımalarının payının büyük olduğu ise yadsınamaz. Kendisini, titizlikle programladığı; geçmişten günümüze tarihi-mimarisi-sanatı-kültürel ve sosyal yapısı ve yaşamı gibi her yönüyle, Fetih’in simgesi, 5,5 asırlık Eyüp Sultan’ı anlatan ve sonuçlarını bir kent tarihî külliyatı olarak son derece kaliteli bir basımla İstanbul ve Eyüp’e kazandırdığı; akademisyen, tarihçi, sanatçı, düşünce adamı, bürokrat gibi Eyüp üzerine değerli çalışmaları bulunan ülkemizin yetiştirdiği değerli insanlarımızı ve tecrübelerini ve ayrıca Eyüp’de doğmuş, büyümüş, yetişmiş ve Eyüp’ü ailece kaç nesil geçmişten günümüze geleneksel olarak her yönüyle yaşamış eski Eyüplüleri tüm değerleri ile bir araya getiren; Eyüp Sempozyumları’ndan tanıyoruz
Ve bir de okuldan çıkıp bu çalışmaların içinde başlangıçtan itibaren bizimle birlikte yer alan; duyarlı, çalışkan, sorumluluk sahibi saygın kişiliği ile değerli bir mesai arkadaşımızın, Hülya Yalçın h.’ın bugün Belediye bünyesinde yılların birikimi ve tecrübeleri ile hâlâ çalışmakta devam ediyor olması da çalışmaların sürekliliği, selameti ve bu noktaya gelmesi açısından büyük bir şans diye düşünmemek de mümkün değil doğrusu..
Dolayısıyla sonuçta bu dönem, yaklaşık 2600 yıllık bir dünya kenti olan İstanbul3, ve yine dolayısıyla tarihî kentin önemli kimlik taşıyıcılarından olan
3 İstanbul çevresi, tarih öncesi Paleolotik dönemden bu yana insan topluluklarının yaşam ve kültürlerine evsahipliği yapmıştır. İstanbul’da, Bizans öncesi en eski insan yerleşimine ait buluntular, prehistorik (tarih öncesi) döneme kadar iner. Küçükçekmece’nin kuzeyinde, Yarımburgaz mağarala rında, günümüzden 250 bin yıl öncesi Alt-Orta Paleolitik döneme kadar inen ve burada balıkçılık ve avcılıkla geçinen insan topluluklarının yaşamının varlığına işaret eden duvar resimleri ve yontma taş aletler bulunmuştur. Mağaranın Bizans dönemine kadar kullanıldığı anlaşılmaktadır. Küçükçekmece gölü çevresinde de Cilalı Taş ve Bakır çağına ait insanların yaşadığı tahmin edilmektedir (3, s.10; 4, s. 15).
ve kuruluşu İstanbul’un fethine kadar inen 560 küsur yıllık tarihî ile Eyüp Sultan İlçesi için de, “planlama ve imar hareketleri açısından”4,5 önemli ve etkin bir sürecin başladığı da bir dönem olmuştur6.
(I) EYÜP SULTAN YÖRESİ’NİN
TARİHSEL GELİŞİMİNE KISA BİR BAKIŞ
(1) TÜRK ÇAĞI ÖNCESİ
Bizans döneminde sur dışında bugünkü Eyüp Sultan semtinin bulunduğu yörenin Haliç’in diğer sahilleri gibi zengin ve yoğun bitki örtüsü ile kaplı olması ve civarındaki ormanlarda av hayvanlarının bolluğu nedeni ile burası imparatorluk tarafından av sahası ve sayfiye yeri olarak kullanılmıştır.
Ayrıca bu civarda bir çok manastır inşa edilmiştir. Bu manastırlardan Aziz Kosmos ve Damianos’un ismine izafeten Teodosyus II. (408-450) zamanında kurulan Kosmo Damien Manastırı’ndan dolayı buraya bu dönemde “Kosmidion”
4 Elde edilen veriler Yarımburgaz’ın şimdilik Alt/Orta Pleistosen (Buzul çağları dönemi) ve belki de Orta Pleistosen’e ait olabileceğini göstermekte, bu da Yarımburgaz’ın, Türkiye’nin bugün için bilinen en eski yerleşim yeri olduğunu ortaya koymakta ve Avrupa kıtasının yerleşiminde de bir görev görmüş olabileceğini düşündürmektedir (5).
5 Marmaray inşaatı sırasında ise Yenikapı’da yapılan kazı sonucunda 8500 yıl öncesi Neolitik döneme ait arkeolojik buluntular ortaya çıkmıştır. Bu bölgedeki o döneme ait yaşam izlerini ortaya koyan Arkeolojik buluntular: Theodosyus / Elefteria Limanı, Theodosyus surları başlangıcı, insan hayvan iskeletleri, tekneler ve içindeki anforalar ve yükleri, o döneme ait madeni paralar ve ayak izleridir.
6 3030 Sayılı yasa ile Büyükşehirlerde imar ve planlama yetkilerinin yerel yönetimlere kaydırıldığı ve yerel yönetimlerin yeniden teşkilatlandırıldığı 1984’e kadar ilçe belediyelerinde “Planlama Müdürlüğü” ayrı bir müdürlük olarak kurulmamıştır. Planlama çalışmaları genelde İmar Müdürlüğü’ne bağlı “şeflik” olarak yürütülmektedir. “Planlama Müdürlüğü”nü o dönemde ilk kuran İlçe Belediyesi, Eyüp İlçe Belediyesi olmuştur (1984). Bu da o dönemin Eyüp İlçe Belediyesi yönetiminin planlama konusına ayrıca verdiği önemi göstermektedir. Eyüp İlçe Belediyesi’nden sonra Kartal İlçe belediyesi ve daha sonra Beykoz İlçe Belediyesi, o dönemde planlama müdürlüklerini ilk kuran belediyeler olmuştur.
Dönemin Eyüp İlçe Belediyesi yönetimi, İmar ve İskan Bakanlığı’na bağlı olan “Nazım Plan Büroları”nın da “Bakanlık” ile birlikte kapatıldığı o dönemde,“Büyük İstanbul Nazım Plan Bürosu” başkan yardımcılarımızdan Misket YILMAZ h.’ a “Planlama Müdürlüğü”nü kurma teklifi getirmiştir. Misket Yılmaz h., Planlama Müdürü olarak İlçe belediyesinde çalışmalarına başlamak üzere kurduğu ekibinin içinde benim de bulunmamı istemiştir. Eyüp Sultan semti gibi; bir çağı kapatıp bir çağı açan ve dolayısıyla Dünya tarihinin gidişatını değiştiren önemli dönüm noktalarından olan Fetih ile birlikte kurulan ve fethin maddi manevi aziz hatıralarını yaklaşık 5,5 asırdır bünyesinde saklayan, dolayısıyla fetih ve sonrasında biriktirdiği Dünya kültür mirası ölçüsündeki değerleri ile eski bir Dünya kenti olan İstanbul’un kimliğini taşımada başlıbaşına önemli ve vazgeçilemez bir değer olan Eyüp Sultan semtine ve dolayısıyla İstanbul’a ve ülkeme hizmet imkanı sağladığı için
kendisine ayrıca teşekkürü her zaman bir borç olarak bilmekteyim.
denildiği rivayet edilmektedir7. Bir tepe üzerinde bir kale gibi yükselen bu kilise meşhur bir zayretgâh idi8 . Ayrıca burada; yarışların, siyasi gösterilerin yapıldığı ahşaptan inşa edildiği için “Skilo Kerkos (Xylo Cerkos) olarak isimlendirilen bir de hipodromun yapıldığı kaynaklarda belirtilmektedir (7, s. 9-11).
İmparator Leon I (457-474) tarafından ise bugünkü Otakçılar Camii civarında, Aya Mama adı verilen bir saray ile bir manastır inşa ettirilmiştir. Aya Mama Sarayı’nın pek büyük bir saray olmamakla birlikte son derece zarif ve muhteşem bir saray olduğu söylenmektedir. Saraya çok yakın olan Aya Mama Manastırı’nda artık dünya işleri ile alâkasını kesmiş saray kadınları oturmaktaydı. Söz konusu manastırın küçük kilisesinin papazı ise büyük bir imtiyaza sahip olup, Harbe gidecek imparatorlara, kumandanlara ve asilzadelere, hareketlerinden evvel bu kilisede, özel bir merasim ile kılıç kuşatırdı9. Bu manastırın yakınında ayrıca Leon Makelos olarak adlandırılan bir başka manastır daha vardı (7, s. 9 -11; 8, s.13-14).
Bu merasim, Osmanlı padişahlarının, cüluslarından önce Hz. Halid’in türbesinde Taklid-i seyf denilen kılıç kuşanma törenleri ile benzerlik arz etmektedir.. Bu da tarih boyınca Eyüp Sultan’ın; gerek Türk çağı öncesi, gerekse Türk-Osmanlı çağında; gerek imparator, gerek padişah düzeyinde ve en üst noktada; önemli manevi bir misyon yüklenen bir değer olarak da sürekliliğini kaybetmediğini göstermektedir.
Yine tarihçiler, surun Vlaharna (Blakernai) kapısı yakınında Aya Fotini, Bugün Feshane’nin bulunduğu mahalde Aya Pantelemon veya Teodora’nın kilise ve şatosunun bulunduğunu, bunları İmparator Jüstinyen I. (527-567)’in eşi İmparatoriçe Teodora (ölümü 547) için yaptırmış olduğunu, bu kiliseden az ötede Defterdar Mevkii civarında ahşaptan bir köprü bulunduğunu, bunu Kayser Jüstinyen’in sonradan oniki kemer üzerine kargir olarak inşa ettirdiğini yazmaktadır. Bu köprüye Deve Köprüsü (Kamiloye Fıre) denilirdi ve bu köprüyü geçince bugün Defterdar İskelesi’nin olduğu yerde Aya Mama’nın küçük bir limanı bulunmaktaydı (7, s.9).
6. yüzyılda Haliç’in Akdeniz’in başlıca tabii limanlarının başında geldiği anlaşılmaktadır. Bu yüzyılda, imparator Justinianos’un yaptırdığı veya ihya
7 “Kosmidion”, Rumca “Yeşil” anlamına da gelmektedir Bu isim, burasının yeşili bol bir bölge olduğunu da çağrıştırmaktadır. (6.)
8 Tarihçi Kayseri’li Prokopios’un, bu kiliseyi tarif ederken “Haliç tarafından bu kiliseye gidenler onu karşılarında ayrıca bir tepe, “Akropol gibi bulurlar” demektedir. Burada “Akropol” ile; kilisenin etrafının yüksek duvarlarla son derece tahkim edilerek muhafaza edildiği, uzaktan görenlerin burasını adeta müstahkem bir mevki zannettikleri anlatılmak istenmiştir (7, s. 9-11).
9 Konu ile ilgili çalışan araştırmacılar, akademisyenler; kılıç kuflanma törenlerinin Osmanl’ Padişahlarına özgü bir merasim olduğu, Hristiyan dünyasında taç giyme merasimi bulunduğu konusunda dikkati çekmektedirler.
ettiği dini tesisleri anlatan “Yapılar” isimli kitabın yazarı Bizanslı yazar Prokopios; gemilerin sığınabileceği sakin ve durgun bir su yolu olan Haliç kıyılarında boydan boya her tarafında demirlemenin mümkün olduğunu, böylece Haliç’in şehre büyük hizmet sağladığını söylemekte, İmparator’un Blakhernai’de sur dışında, su kıyısında yüksek ve muhteşem bir yapı olan Meryem kilisesini10, sahilde ise temelleri su içine atılan Priskos ve Nikolaos adlarına bir kilise daha yaptırdığını anlatmaktadır11,12 (9, s. I-266,267).
Bu dönemde Hz. Halid’in türbesinin civarının servi ağaçları ile kaplı olduğu ve Bizanslıların buraya “avcı” anlamında “Kinigos” dediklerini, buradaki çayırlıkta imparatorlara ait, bu ismi taşıyan bir av köşkü bulunduğu, Bostan İskelesi civarında ise Bahariye kıyısında küçük bir liman ile devlet gemilerini yapmaya mahsus bir tersane bulunduğu belirtilmektedir13 (7, s.11).
Ayrıca sur dışı ve Eyüp’ün bu dönemde Galata (Sykae) gibi Bizans’ın süt ihtiyacını karşıladığı bir yer olduğu kaynaklarda belirtilmektedir.
Yine ayrıca burada Bizans döneminde, Haliç’in çamurunun işlendiği tuğla harmanlarının bulunduğu bilinmektedir. (10, s.27).
Ve diğer bir çok Roma ve Bizans şehirlerindeki gibi Konstantinopolis’in de şehir surlarının hemen dışı, Bizans başkentinin nekropol bölgesidir (11, s.1).
(2) TÜRK ÇAĞI
Dünya coğrafyası üzerinde eski kara kıtaları denilen Avrupa, Asya ve Afrika kıtaları ortasında yer alan jeopolitik konumunun sağladığı avantajları ile Antik çağlardan bugüne ticarî, politik ve askerî yollar üzerinde bulunan İstanbul’un;
Gerek bir büyük Hıristiyan İmparatorluk olan Bizans İmparatorluğu’nun başkenti ve Doğu Hristiyan dünyasının merkezi olması,
Gerekse Avrupa ve Akdeniz dünyasını etkileyen güçlü politik, ekonomik, kültürel yapısı gibi dinî ve siyasî nedenler ile,
10 Yazar, Meryem Kilisesi’nin su kıyısında yer alan çok uzun, yüksek ve muhteşem bir yapı olduğunu anlatmaktadır. 6. Yüzyıldan itibaren Bizans’ın kutsal bir ziyaret yeri olan Meryem Kilisesi ve Ayarması 1434’de yanmış, yerine yapılan kilise Ortodokslarca sayg’ görmeye devam etmiştir (9, I- s. 266-267).
11 Söz konusu kilisenin temelleri su içine atılmıştır. Prokopios, “Gizli Tarih” isimli bir başka eserinde ise, bu yapıyı “dalgaları yapılar ile boyunduruğa alma” ve “parayı suya gömme” olarak değerlendirmiştir (9, s. I-266, 267).
12 3. Haliç Köprüsü’nün ayaklarının yapımı esnasında 1972’de Ayvansaray’da surlar dışında toprak içinde bulunan, çok ince ve değişik bir işçiliğe sahip ve üzerlerinde çeşitli hayvan kabartmaları olan 6. Yüzy’la ait iki sütun başlığı, tarihçiler ve araştırmacılarda, muhtemelen Justinianos’un bu yapılarından birinin kalıntıları olduğu kanısını uyandırmaktadır. (9, s. I-267)
13 Alibey ve Kâğıthane derelerinin getirdiği çamurlarla dolan limanı, İmparator Kantakuzen (1347-1354) bir hayli para sarfederek temizletmiştir (7, s.11).
tarih boyunca; Araplar, Türkler (Hunlar, Avarlar, Peçenekler, Osmanlılar), Bulgarlar gibi diğer kavimler ve milletler tarafından defalarca (29 kez) kuşatmalara maruz kalmıştır (12, s. 1173-1199/168).
Bu anlamda, İslam dininin Peygamberi Hz. Muhammed’e de; İstanbul’un fethinden 857 sene önce, Konstantinopolis’in fethedilerek İslam dünyasına katılmasında görev alacak olan asker ve kumandanı övgü ile müjdeleyen bir Hadis-i şerif, atfedilmiştir (12, s.1173; 13, Cilt. I, s. ?)
Bu nedenle İslam dünyasının temsilcisi Araplar tarafından da İstanbul’a kuşatma niyetiyle düzenlenen ve neticesiz kalan7 seferden ilk ikisine katılıp, ikincisinde sur dibinde şehit düşerek kalan [H. 48/49 (M.668/ 669)] ve İslam’ın aziz hatıraları olarak o günlerden günümüze intikal eden “29 Sahabe” kabrinden, Eyüp Sultan ilçesi sınırları içinde kalan 7 sahabe kabri içinde; Hz. Peygamber’e anne tarafından akraba olan ve İslam tarihinde önemli bir dönüm noktası teşkil eden Hicret sırasında, Hz. Peygamber’i Medine’ye Hicret ettiğinde 7 ay evinde misafir ederek “Mihmandar-ı Nebi” olarak ünlenen ve kendisinden 150 hadis-i şerif nakledildiği belirtilen, Halid bin Zeyd Ebu Eyyub el Ensari’ye ait kabir; Türk-İslam dünyasında ayrıcalıklı ve önemli bir yer alır (12, s. 1173-1174; 13, s. 42-43, 14, s. 51-62)
Vefatından sonra, kendi vasiyeti üzerine mümkün olduğu kadar kale dibine yakın bir yerde defnedilen ve seferin komutanlarından Yezid bin Muaviye tarafından mezarı üzerindeki toprak çiğnetilerek kaybedilmek istenen, ancak, önemli bir zatın vefat ettiği hissedilerek Roma kayseri tarafından defnine izin verildiğine dair haber gönderilen Hz. Halid’in kabri, vefatından yaklaşık 807 sene sonra İstanbul’un fethine kadar (H. 857 / M.1453) Roma halkı tarafından ziyaret edilerek, kıtlık zamanları gibi zorlu günlerde ruhaniyetine sğınılarak, Romalılar tarafından korunmuştur. Eyüp Sultan hz.lerinin kabrinin, Fetih ile birlikte, Fatih Sultan Mehmed’in hocası Akşemsettin bin Hamza tarafından bulunduğu ve en eski Arapça kufi yazı ile ismine izafeten “Hüvel kabr-ü Ebu Eyyub el Ensari” ibaresi yazılı taşın ortaya çıkartıdığı, kaynaklarda yer almaktadır14 (13, s. 107-188; 14, s. 54-55).
Hz. Halid bin Zeyd Ebu Eyyub el-Ensari’nin kabrinin bulunduğu rivayet edilen yerde, Padişah’ın iradesi ile türbesi yaptırılmıştır. Fethin beş-altıncı senelerinde
14 Bahse konu taşın, Fetih’den sonra Fatih Sultan Mehmed tarafından yaptırılan türbenin duvarında asırlarca durduğu bilinmektedir. Hicazlı Şeyh Abdulhafız bin Osmanilkari Ettaifi, “Gilaul Kulub ve Keşful Kurub” isimli eserinde H.1298/M.1894’de İstanbul’u ziyaretinde bu taşı turbenin duvarında gördüğünü ifade etmektedir (13, s. 107-188).
863 (1458-1459) de, türbenin yanında, yine Fatih Sultan Mehmet tarafından İstanbul’un ilk selatin camii inşa ettirilmiş ve yine aynı yıllarda bu yapılara eklenen 10 hücreli medrese, medresenin içinde oluşturulan kütüphane15, imaret (aşhane), çifte hamam ile sur dışının ilk Türk-İslam külliyesi oluşturulmuştur. Yine Padişah tarafından kurulan bir vakıf ile bu hizmet yapılarının yaşaması temin edilmiştir
Bilindiği üzere kuruluşu Fetihe kadar inen bu külliyeden türbe, camii ve hamam; 5,5 asırdır ayakta kalarak günümüze ulaşan, Fetih’in aziz hatıralarıdır. Ve İstanbul’un fethinin hemen akabinde oluşturulan bu külliye, Eyüp yerleşmesinin çekirdeğini teşkil etmiştir.
Fetih öncesi Venedik ve Cenovalıların ekonomik baskı ve istismarı ile eski gücünü ve etki alanını kaybeden ve dördüncü ve son Latin istilası (1204) ile nüfusu iyice boşalan ve tahrip olan İstanbul’u; Fetihden 4 sene sonra İmparatorluğun başkentini Edirne’den İstanbul’a taşıyarak, Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti olarak hazırlamak isteyen Fatih’in uyguladığı güçlü imar ve iskan politikası16 kapsamında Eyüp Sultan Külliyesi çevresine de Bursa’dan gelenler yerleştirilmiştir (17, s. X-XIV; 18, s. 70-80). Ve böylece Bizans döneminde iskân edilmemiş olan ve şehrin dışında kalan bu bölge, fetihden hemen sonra teşekkül eden sekiz mahalle ile iskana açılmıştır (18, s. 3-10, 53-54).
E. H. Ayverdi, Eyüp semtinin İstanbul’un fethi ile birlikte kuruluşuna; “… Bizans zamanında meskun olmayan surun garbındaki arazide Eyüp’e doğru sekiz mahallenin hemen teşekkül etmiş olması, calib-i dikkattir, eski âhâli tarafından
15 Fatih’in bu kütüphaneye 1000 kadar kitap hediye ettiği kaynaklarda belirtilmektedir, Eyüp’ten önce kurulan Zeyrek ve Ayasofya Medreseleri’ne birer kütüphane tesis etmiş olan Fatih Sultan Mehmed, Eyüp semtine de ilk kütüphaneyi kazandırmıştır [15, s. 202]. Eyüp Külliyesi’nin Medresesi içinde 1457 yılında kurulduğu kabul edilen bu küphaneye Fatih’in 1000 kadar kitap vakfettiği yazılıdır. Bu kütüphaneye daha sonra bazı devlet ve din adamlaıı da bağış yapmıştır. 1479, 1481 y’llarında Karamanlı Nişancı Mehmed Ağa ile, İstanbul’un ilk kadısı Hızır Bey’in torunu ve Hoca Sinan Paşa’nın oğlu Mehmed Efendi’nin bu kütüphaneye kitap bağışı yaptığı bilinmektedir.
Kütüphane, medrese öğretim üyeleri ve öğrenciler için kurulmuştur. Eyüp Medresesi’nin yıkılması ile elde kalan kitaplar, Eyüp Camii içindeki dolaplarda muhafaza edilmiş, 1924 yılında yürürlüğe giren “Tevhid-i Tedrisat Kanunu” hükümleri çerçevesinde, medrese kütüphanesi olarak kurulan, cami kütüphanesi olarak devam eden Eyüp semtinin bu ilk kütüphanesi, 191’i yazma olmak üzere 264 eser olarak Hüsrev Paşa Kütüphanesi’ne devredilmiştir [16, s. 7].
Hüsrev Paşa Kütüphanesi’nin; Haliç kıyısında yer almış olması sonucu kitapların nem ve tuzdan dolayı tahrip olması nedeni ile son dönemde, 1957 tarihinde Süleymaniye Kütüphanesi’ne nakledilmiştir. Daha sonra Eyüp İlçe Halk Kütüphanesi olarak kullanılmış olan kütüphane 1985 yılında bakımsız ve harap bir durumda olduğu için terkedilmiştir.
16 Fetih’den sonra İstanbul en aşağı bir yüzyıl boyunca büyük bir şantiye halinde devamlı imar ve inşa edilmiş, başlangıçta liman ticareti nedeni ile Haliç kıyılarından başlayan, birinci, ikinci, üçüncü tepelere ve nihayet Marmara sahiline doğru giderek yayılan kubbe ve minarelerin hakim olduğu yeni çehresi ile şehire bir Osmanlı-Türk-İslam kimliği kazandırılmıştır (17, s.XI).
mahalle teşkil edilmesi imkânsız olan bu yerler artık eminlik olmuştur. ..” (18, s.4), sözleri ile işaret etmektedir.
Böylece Fatih kenti alır almaz sur içini Türk-İslam kimliği ile imar ve iskan ettirirken yerleşmeyi surun dışına taşırarak genişletmiş ve Bizans döneminden çok farklı bir İstanbul kurmaya başlamıştır. Bu arada Eyüp semti de İstanbul bütününden ayrı düşünülmemiştir. E. H. Ayverdi, daha fethin altıncı senesinde yani 863 (1459)’de İstanbul (sur içi) ve Bilad-ı Selase yani Eyüp, Galata, Üsküdar kadılıklarını İstanbul (sur içi) kadısı Hızır Bey’in vefatından sonra yerine geçen Molla Hüsrev’in şahsında birleştirmek suretiyle önemli bir adım atıldığını, bundan sonra da bir şahsın üzerinde olsun veya olmasın bu dört kazanın kaderinin bir arada yürütüldüğünü belirtmektedir (18, s. 5).
Şehir, Roma ve Bizans başkenti Konstantinopolis olarak bir sur içi yerleşmesi iken, Osmanlı başkenti İstanbul olarak Fetih’in hemen akabinde, sur dışında yayılmaya başlamıştır.
Fetih’den 4 sene sonra 1457’de Osmanlı Devleti’nin başkentinin Edirne’den İstanbul’a taşınması ile kent, Doğu Akdeniz ve Avrupa topraklarını egemenliği altına almış güçlü bir Türk (Osmanlı) – İslam imparatorluğunun merkezi olarak jeopolitik konumu ve kültürel yapısı ile yeniden yapılandırılarak, dünyayı etkilemekte devam etmiş ve İslam dünyasının en büyük şehirlerinden birisi olarak da günümüze ulaşmıştır.
Ancak, büyük bir imparatorluğun merkezi olarak hazırlanmakta olan kentin strüktürünün temelleri, “Fatih devri”nde atılmış ve gelişmenin büyük bir kısmı ise Fatih Sultan Mehmed ve Sultan II. Bayezid döneminde gerçekleştirilmiştir.
E. H. Ayverdi, kentin gelişimi ile ilgili; 1922’lerde İstanbul’da surlar içinde mevcut 280 mahalleden 183’ünün, yani üçte ikisinin Fatih devrinde kurulduğunu, Fatih ve Sultan II. Bayezid döneminde teşekkül eden mahallelerin toplamının, bu son dönemde mevcut olanların sayısına yaklaştığını belirtmektedir (18, s.84).
Aynı eserde ayrıca yazar; ” İstanbul’da fetihden sonra teşekkül eden mahallelerin ekserisinin birer suretle feth-i mübine (Hakkı batıldan ayıran zafer) hizmet etmiş şahsiyetlerin; cami, mescit, hamam gibi vakıfları etrafında teşekkül etmiş…” olduğunu belirtmektedir.
Ancak yine, “1934 senesinde yeni mahalle teşkilâtı yapılırken feth-i mübînin bu aziz yadigârları gelişigüzel başka namlarla tebdil edilmiş ve bazılarından da hoca ve hacı ünvanları hafzedilerek iltibaslara meydan açılmıştır…” diyen yazar; 1934 senesinde yeniden teşkilatlandırılması ile oluştukları zamanlardan o günlere kadar genelde isim ve sınırlarını büyük ölçüde koruyan mahallelerin; artık geçmişe referans veren bu özelliklerinin, 1934’den itibaren büyük ölçüde kaybolduğuna işaret etmektedir17.
Harita: Fatih dönemi mahalleleri
Dolayısıyla, tarihî topografya ile ilgili önemli ip uçları taşıyan tarihî mahalle isimleri ve sınırlarının değiştirildiği bu tarih, tarihî topografyanın okunmasında olumsuzluk yaratan, önemli bir kesit olarak ortaya çıkmaktadır.
Fatih dönemi mahallelerinden günümüze intikal eden izler ile ilgili daha önce Eyüp Sempozyumlarından birinde bu konu ile ilgili verdiğim bir bildiri nedeni ile kısa bir aratırmanın sonucunda dahi görülmektedir ki; günümüz mahalle teşkilatı içinde artık Fatih dönemi mahalleleri, Eyüp Sultan yöresinde de isim olarak korunamamıştır. Yine o dönemin mahalleleri, sınırları ile de korunamayarak, yeni ihdas edilen mahallelerin sınırları içine alınmıştır. Ancak mahalleleri ayıran sınırlarda, çok az, bir iki yerde ; Fatih dönemi mahallelerinden günümüz mahallelerine yansıyan ortak bir iki ize rastlanmaktadır. Yine de, Fatih dönemi mahallelerini ayıran sınırların geçtiği izler, bugün Eyüp’ün en önemli ulaşım akslarını teşkil eden cadde ve sokaklara dönüşmüş ve Eyüp’ün tarihî topoğrafyasının gelişiminde yerleşme dokusunu şekillendiren en önemli izlerden olmuştur (20, s. 340- 359)
Ve Yine, o dönemlerden günümüze intikal eden ve o dönemin mahallelerine ismini veren camiler, mescidler, kurucularının türbe ve mezarları ve o dönemlerden kalan yapı ve yapı parçaları; Mimarlık, Sanat ve Kültür tarihimizde önemle yer alan ve o dönemin sosyal yaşamına ışık tutan, geçmişten geleceğe referans veren en önemli yapıtlar ve aziz hatıralarımız olarak yerinde durmaktadır.
Dolayısıyla, E. H. Ayverdi’nin bu çok önemli araştırması kapsamında, Fethin akabinde Eyüp’te oluşan ve Fatih dönemi sonlarında varlığını devam ettiren mahallelerin sınırlarının ve isimlerinin 1934 yılı ve sonrasında geçirdiği değişikliklere ragmen; mahallelere ismini veren cami, mescid, kurucularının türbe ve mezarları gibi o dönemlerden günümüze ulaşarak ayakta kalabilen yapı, yapı parçalarının varlığı; Fatih döneminden günümüze intikal eden mahallelerden kalan izlerin ve o dönemden günümüze intikal eden sokakların kısmen de olsa tespitine ışık tutacaktır.
17 18. ve 19. yüzyıllarda Eyüp semtindeki mahallelerin isimlerinin ve sınırlarının değişimi ve yerleşme dokusunun gelişmesi ile birlikte yeni ihdas olunan mahalleler hakkında bir fikir vermesi açısından;
– gerek H. İnalcık’ın, 18. yüzyıl sicillerinde adı geçen mahalleler ile, 19. yüzyıl sonlarında Eyüp’de meşhur semtler ve mahallelere ilişkin verdiği bilgiler;
– gerek. E. H. Ayverdi’nin Eyüp’teki mahalleler ile ilgili verdiği bilgiler ve
– gerekse de 1934 Şehir Rehberi’nde belirtilen Eyüp mahalleleri ile ilgili bilgiler karşılaştırıldığında;
18. ve 19. yüzyılda mahalle adı olarak geçen isimlerin bir k’smının semt ismi olmasının kuvvetle muhtemel olduğu kanısı uyanmaktadır. [19, s. 7-9, 20, s. 340-359;].
Osmanlı Klasik Dönemi diyebileceğimiz 16. yüzyılda Haliç sahilleri ve Eyüp büyük bir gelişme göstermiştir. Özellikle Kanunî döneminde Eyüp’e imaret sistemi ile kurulan vakıf yolu ile yaşatılan cami, mescid, medrese, sıbyan mektebi, çeşme, sebil, hamam, imaret, türbe yapıları gibi dinî, kültürel, sosyal, ticari fonksiyonlar taşıyan yapılar; bunların birkaçının bir arada bulunduğu külliye niteliğinde yapı kompleksleri; tekke yapıları inşa edilmiş, sahiller Bahariye kıyıları boyunca saray ve yalılar ile dolmaya başlamıştır. Cami, külliye, tekkeler ile birlikte hazireler, namazgâh, mesire alanları gibi açık kullanım alanları oluşmuştur.
Mimarî yapı, malzeme ve süslemelerde yansıyan uslûbu ile Osmanlı klasik döneminin en güzel örneklerinin sergilendiği bu yapılar, burada yüksek seviyede gelişen bir kültürel ve sosyal ortamın da bir göstergesi olmuştur.
“Lâle devri”ni de kapsayan 17.ve 18. Yüzyıllar, İstanbul genelinde olduğu üzere Eyüp içinde de döneminin en güzel mimarî, taş, hat ustalığı ve bezeme örneklerini sergileyen çeşme, sebil gibi su yapıları açısından en zengin dönem olmuştur ve bu yüzyılın karakteristik yapılarından olan çeşmelerin önemli bir kısmı Eyüp’te inşa edilmiştir. Dolayısıyla da Eyüp’de inşa edilen çeşmelerin sayısal yüksekliği, bu dönemde burada bir nüfus yoğunlaşması olduğunun bir göstergesi olarak da kabul edilmektedir. Kurulduğu tarihten günümüze yaklaşık ikiyüz senedir işlevini sürdürmekte olan Mihrişah Sultan İmareti, Sultan III. Selim’in annesi Mihrişah Valide Sultan tarafından o dönemde kurulmuştur. Osmanlı Klasik Dönem uslubunun mimarî yapı ve süslemelerde yavaş yavaş terkedildiği, Batı uslûbunun karakteristik biçimlerinin yansımaya başladığı uslûp farklılaşmasının ortaya çıktığı bu dönemde, Şeyh Murad Tekkesi yapı kompleksi gibi çok güzel yapılar inşa edilmişti (3, s. 21-23;
Osmanlı ülkesinin, sanayileşen Avrupa (Batı) ülkelerinin hammadde alanına ve sanayi malları pazarına girmesi ile 19.yy’ın ikinci yarısında ise İmparatorluk başkentinde metropolleşmenin ilk belirtileri de görülmeye başlamıştır (21 ) İstanbul’un dünya ekonomisine eklemlenmeye başladığı bu süreç, kentin gelişimini yönlendirecek imar mevzuatını ve planlamayı da beraberinde getirmiş ve böylece Avrupa uygarlığından (batıdan) alınmaya çalışılan “aydınlanma” düşüncesi ile birlikte Avrupa Uygarlığından Etkilenme (Batılılaşma) süreci, kentin yapısında büyük bir dönüşüm başlatmıştır (22, s.26 37).
Osmanlı yönetim dönemi içinde Batıdan Etkilenme Dönemi diyebileceğimiz 19. yüzyıl, Sultan II. Mahmut ile başlayan (1808-1839), geleneksel yapıda köklü değişiklikler meydana getiren bir dönemdir
Batılı anlamda kurumsal yapıda getirilen değişiklikler, sanayileşmede atılan ilk adımlarla birlikte yeni teknolojinin ithali ve yine sanayileşmenin getirdiği şehirleşme, göç, beraberinde gelen nüfus patlaması, şehirlerin planlanabileceği anlayışının yerleşmesi ile birlikte yapılan çalışmalar, ancak kentleşmenin hızına yetişemeyip geride kalan pasif kontrolcü planlar; sosyal ve kültürel yapıda ve kentin fiziksel dokusunda büyük değişimler dönemini başlatmıştır (22, s. 26-37).
Yeniçeri Ocağının kaldırılması ve ordunun Batılı anlamda yeniden teşki latlandırılması ile şehrin çevresinde, yeni yerleşme alanlarının silûetine hakim noktalarda büyük kışla yapıları yapılmaya başlanmıştır. Bunlardan biri de 1244 (1828/1829)’ de Rami sırtlarına inşa edilen Rami Kışlası’dır. Rami Kışlası’nınn kurulması ile 1830’lu yıllardan itibaren Rami tepelerinin eteklerinde başlayan iskân sırtlara doğru tırmanmış, 19. yüzyılın ikinci yarısında Balkanlar dan gelen göçmenlerin Rami’de yerleştirilmesi ile Eyüp’ün yerleşme dokusu Rami tepesine tamamen yayılmıştır (23, s..278- 293; 24, s. 102-121 ).
Haliç’in Bizans döneminden beri doğal bir liman olmasının yanında, İstanbul Limanı’nın doğal bir uzantısı olmasının da sağladığı avantaj nedeni ile Fatih’in Kasımpaşa’da Haliç Kıyısı’nda eski Bizans tersanesinin olduğu yerde kurduğu ilk tersane tesisleri, daha sonra bu kıyılarda sanayi kullanımlarının yerleşmesinde çekirdek teşkil etmiştir ve ilk sanayi tesisleri de, 19. yüzylda, mevcut tersane tesislerinin gelişmesine bağlı olarak daha ziyade askeri ihtiyaçları karşılamak üzere kurulan fabrikalar olmuştur (24, s. 102-121).
Batılı anlamda gelişmek üzere köklü iyileştirme hareketlerinde bulunan Sultan II.Mahmut (1808-1839) tarafından önce Bahariye kıyılarındaki mîrî saraylar yıktırılarak yerine fabrikaların getirilmesi ile Haliç’te ve dolayısıyla Eyüp’te sanayi yerleşmeye başlamıştır. İlk kurulan fabrika da Bahariye Kasrı’nın yıktırılarak, yerine askeri ihtiyaçlara cevap vermek üzere 1828’de kurulan Riştehane Kışlası ve İplikhane (Riştehane) Kârhanesi olarak bilinen Fotoğraf Fabrikası’dır (24, s. 102-121).
Bunu diğerleri takip etmiştir. Bu arada daha sonra gelişerek büyük bir tekstil fabrikası haline gelen ve 1985’lerdeki kıyı yıkımlarına kadar faaliyetini sürdüren, Sümerbank Defterdar Yünlü Sanayii Müessesesi de; ilk defa fes imali için 1835’de İstanbul’da Kadırga’da hazine-i hassaya ait bir konakta kurulan imalathanenin, 1839’da, 1796’da Eyüp Defterdar’da yaptırılan ve Sultan III.Selim’in kızkardeşi Hatice Sultan’ın ikametine tahsis edilen sahil sarayının feriye bölümüne nakledilmesi ile kurulmuştur (24, s. 102-121).
Söz konusu imalathane zamanla burada bir dokuma fabrikası olarak gelişmiş, tekstil sanayimizin önemli kilometre taşlarından biri olmuş.
Sultan II. Mahmut döneminden itibaren Avrupa uygarlığı-Batı etkisi ile birlikte sur içindeki sarayın itibarı azalmış ve eski saray gözden düşmüştür.
Fotoğraf: Piyer Loti’den İplikhane Kışlası’nın görünümü
Böylece hanedan ve ricalin ilgi ve rağbeti, Sultan II. Mahmut’tan itibaren, sarayla birlikte, sur içi ve Haliç’ten Boğaz’a kaymıştır (24, s. 102-121).
1911 yılında işletmeye açılan, İstanbul’un ve Türkiye’nin ilk enerji santrali olan “Silahtarağa Elektrik Santrali, Haliç kıyılarındaki sanayinin giderek gelişmesi ve yayılmasında teşvik edici unsur olmuştur. Ve 1950’li yıllarda Fransa’dan getirtilen Henry Prost’a yaptırılan kent planı ile Haliç kıyıları sanayiye açılmıştır (24, s. 278-293).
1930’lu yıllara kadar Eyüp sahilinde hâlâ bazı yalıların var olduğunu bilinmektedir. Hocamız Semavi-, son kalan ahşap ve harab bir yalının, 1946’da, Şah Sultan Camii yakınında hâlâ durduğunu söylemektedir (9, s. I-282).